16 Ağustos 2015 05:38

Mustafa Alp DAĞISTANLI

17 Ağustos 1999 Gölcük depremi sadece bir kişiyi öldürmüştü: dışarıda sandalyede oturan ve depremin yarattığı sarsıntı ve göçükte tam da o yarığa düşen Ford fabrikasının bekçisini. Geri kalan 20.000’den fazla insanı devlet öldürdü. “Devlet sana ne yaptı lan?” babalanmasına verilebilecek cevaplardan biri.
Yardakçıları, işbirlikçileri, yardımcıları, memurları ve vatandaşları da vardı tabii bu cinayeti işlemede devlete yardım eden. Bilimcileri dinleyen yoktu, büyük bir deprem olacağını yıllardır söylüyorlardı. Şehir plancılarını da dinleyen olmamıştı. Mesela Yalova için hazırlanan şehir ve imar planı ile deprem sonrasında yıkılan yerleri karşılaştırmıştım. Şehir plancılarının yeşil alan bıraktığı yerler yapılaşmaya açılmıştı ve işte oralarda binlerce insan ölmüştü...
Denetim, bu memlekette bildiğimiz üzre, sadece insanlara hayatı dar etmek için uygulanan bir şeydir. Neredeyse tam olarak kimlik denetimine indirgenmiştir. Devlet denetlemesi veya denetletmesi gereken hiçbir ama hiçbir işi, faaliyeti layıkıyla denetlemez. Rügar çıkar, çatıdan bir sac levha uçar, bir çocuk ölür. Madenlerde denetim diye göz boyama faaliyetleri yapılır işçiler 100’er 100’er ölür. Sahte rakı üretip satar birileri ve onlarca insan ölür... Devlet denetlemeyerek, denetletmeyerek de binlerce insanı öldürdü 1999’da.
Hiçbir kurum işini layıkıyla yapmadı, hiçbir iş kuralına uygun değildi, vatandaş da ucuz yoldan bir yazlık, bir ev sahibi olmak için dere yataklarına, dolgu alanlara yanlış ve kötü malzemeyle, yanlış ve kötü işçilikle yapılmış binaları hiç sorgulamadan kapıştı. Bilinçsizlik.
Evet, bilinçsizlik. Ama bilinçsizlik hafifletici bir sebep değildir. Kökü yüzyıllara uzanan bu devletle beraber yaşayan insanlar olarak bilinçli olmak zorunda olduğumuzu bilmeliydik. Şimdi de bilmeliyiz.
Bilinçsizlik sadece başını sokacak bir eve sahip olmak isteyen ya da ikinci, üçüncü eve tamah eden “avam” arasında hükümran değildi. 17 Ağustos’tan sonra Atlas dergisi için bir dizi yazı yazdım. Bunlardan bazılarında Türkiye depremselliğini, asıl olarak da Marmara’daki mekanizmayı anlamaya anlatmaya çalışmıştım. Bu amaçla İTÜ Yer Bilimleri Enstitüsü’ndeki, Kandilli’deki, TÜBİTAK’taki jeofizikçilerle ve jeologlarla konuşmuştum. Bir profesör şunu anlatmıştı: Çok meşhur bir tv kanalının çok meşhur bir programcısı gelmiş röportaj yapmak için ve “Fay nedir?” diye sormuş. Hoca, “Adam depremle ilgili program yapacak, fayın ne olduğunu bilmiyor” diye hayretler içindeydi.
17 Ağustos depremi, sadece yeri sarsmamıştı, bütün Türkiye’yi silkelemişti. Bu ülkenin her bakımdan yıkılmaya amade olduğunu göstermişti. İnsanlar bir yandan deprem bölgesine yardıma koşuyor, bir yandan da isyan ediyordu. Ben de birçokları gibi “Artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz, bazı şeyler değişecek mutlaka” diyordum.
Yanıldım. Yıkılan şehirlerde, kasabalarda yeni konutlar yapımına başlandı. Bu ihalelerin bir kısmını depremde paldır küldür yıkılan binaları yapan müteahhitler aldı, alabildi.
Yeni düzenlemeler yapıldı; deprem sigortası ihdas edildi, yapı denetim firmaları kuruldu ve denetim işi kamudan bu özel firmalara geçti, imar mevzuatında da değişikliklere gidildi. Yapı stoğu denetlenecekti, özellikle okullar ve hastaneler güya elden geçirilmiş, sağlamlaştırılmıştı. Fakat yapı denetim firmalarının faaliyetleriyle ilgilenmiştim 2005’te; durum içler acısıydı, laçkalık, istismar dizboyuydu.
1 Mayıs 2003’te Bingöl’de 6.4 büyüklüğünde bir deprem oldu; Çeltiksuyu Yatılı İlköğretim Bölge Okulu çöktü, 83 öğrenci öldü. 27 Ocak 2003’te de Pülümür’de bir deprem olmuş, en büyük hasarı yine bir yatılı bölge okulu görmüştü.
Çeltiksuyu için İTÜ’nün bilirkişi heyetinin hazırladığı rapor projeyi 8/7 kusurlu bulmuştu. Bu çürük projeyi Milli Eğitim Bakanlığı hazırlamıştı!
2005’te İzmir’de bir dizi küçük deprem oldu. Okullar tatil edildi! Üç yıl sonra bu sefer Denizli’de bir dizi deprem oldu, yine okullar tatil edildi. Demek ki devlet, okullarına güvenmiyor.
Okul örneği üzerinde özellikle duruyorum. Çünkü çocuklarımızı gönderiyoruz oralara. Demek ki Türkiye’de okullar ölüm kapanı. Ve bu yapılar, çoğu diyelim, kamuya ait. Yani o ölüm kapanlarını devlet bizzat kuruyor. Üstelik, okulların ve hastanelerin normal binalara göre depreme daha yapılması gerekir. Yani, çocukları okula göndermek daha emniyetli olmalıydı.
2000’lerin ortalarıydı, İTÜ İnşaat Fakültesi’nden bazı hocalar İstanbul’daki okullar için sağlamlaştırma projeleri hazırlamıştı, kimse umursamamıştı.
Birkaç gün önce Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği, 17 Ağustos’un yıldönümü vesilesiyle bir açıklama yaptı. Şunları diyorlardı:
“ En az yüzde 25 oranında yapı oturulamaz hale gelecek. 2 milyon kişi evsiz kalacak.”
“ 6.5 büyüklüğündeki bir depremde bile hastane binalarının, okulların, kliniklerin, dershanelerin dayanabilme şansları yoktur.”
“ 1999 Gölcük Depremi sonrası İl Afet Merkez Kurulu üç yıl çalışarak, 493 Toplanma Alanı ve çadır kurulacak yer belirlemiştir. Bugün bu yerlerin ¾’ü ranta, haksız kazanca teslim edilmiştir. İstanbul depreme 1999’dan daha hazırlıklı değildir.”
Ölümü Beklerken piyesi oynanıyor, anlayacağınız.

Evrensel'i Takip Et