14 Şubat 2007 01:00

‘Komando İbrahim’ neden özür diledi?


DTP’nin geçtiğimiz günlerde düzenlediği barış şenliğinde, yaptıklarından dolayı Kürtlerden özür dileyen Karadenizli bir Türk genci şaşırttı herkesi.
Halbuki 10 yıl önce tanımıştık Samsunlu İbrahim Yaylalı’yı. 1994 yılında “Tabii ki komando olacağım” diye gitmişti askere... Köylerin boşaltılmasına katılmıştı. Sonra PKK tarafından alıkonulup 2 yıl tutulmuş ve 1996’da serbest bırakılmıştı. Devlet ise kaçırıldıktan sonra arayıp sormadığı askerini, “bulunca” cezaevine yollamış, 3.5 ay Diyarbakır Cezaevi’nde tuttuktan sonra “yarım bıraktığı” vatan görevi için geri göndermişti...
Bir buçuk yıl daha askerlik yapmış ama bu da yetmemiş; hakkında “örgüt üyeliğinden” dava da açılmıştı.
Bafra’nın ‘abileri’
Bugün 33 yaşında olan İbrahim Yaylalı, Samsun Bafra doğumlu. Yaşadığı Kızılırmak Mahallesi, bugün Ogün Samast’ı yetiştirenler gibi “milliyetçi abileriyle” ünlü o zamanlar. Abilerin öğrettiklerini “Ülkene, milletine sahip çıkacaksı; çünkü ülkene ve milletine herkes düşman” diye özetliyor Yaylalı. “Çocuk yaştaki gençlere ilk öğretilen bu korkuydu. ‘Sadece Türk milletine güvenebiliriz; onun dışındakiler ya seni yok etmek ya da yozlaştırmak ister.’ Ailem liberal sağ anlayışlı bir aileydi ama onların telkini olmadı bana. ‘Abiler’di bizi şekillendiren. Bunları herkes tanırdı. İsimleri konuşulur, yaptıkları bilinirdi. TÖB-DER’e ya da solcuların kahvelerine saldırıları bize övgüyle anlatılırdı; ‘Ateistleri bastık, gereken dersi verdik’ diye. Ordu ve bayrak en kutsallardı. Bir de ‘Biz diğer toplumlardan farklıyız, sınıfsız, imtiyazsız bir milletiz’ diye öğretiliyordu” şeklinde sürdürüyor sözlerini.
‘Kürt, sözü küfür olarak algılanırdı’
Yaylalı, askere gitmeden önce Kürtlere de bu çizgilerle bakıyor: Türk bayrağını savunduğu; kendi kimliğini, kendi kültürünü ifade etmediği sürece sorun yok! İlk gençliğindeki Kürt algısını anlatıyor; “Bafra Dededağı Köyü’nde Van’dan göç eden Kürtler yaşar. Kapalı, tehlikeli ve uzak durulması gereken bir topluluktu onlar bizim için. Hatta Kürtler bir küfür olarak algılanır; ‘Kürt’ten evliya olmaz’ gibi laflar edilirdi. Sosyal ilişkilerden gözlemlediğimiz bir Kürt algısı vardı. Yoksa ‘Şu Kürttür bununla konuşma’ gibi uyarılar olmadı özel olarak.”
‘Tabii ki komando olacağım’
‘Abilerin’ ortalığı bir süre boş bırakmasıyla Samsun’da çevre edinen Yaylalı, “kafatasçı olmadan kurtulmuştur” ancak hâl⠓bayrak, ordu ve tek millet” ülküsü devam etmektedir. Askere nasıl bir ruh haliyle gittiğini şöyle anlatıyor: “Askerlik şubesinde ‘Tabii ki komando olacağım; başka ne olabilirim ki’ demiştim. Acemi birliğine Isparta’ya gittim. Ordu en kutsal, en dokunulmazdı benim için de. Ama daha acemilikte saçınızı sıfıra vurmaları, sürekli hakaret... Milleti için olmazsa olmaz diye kutsadığımız kurumda ilk uğradığım davranışlardan sonra şaşırmıştım. Usta birliğinde bu daha da katılaştı. Mardin’e gittim, komandoydum. Dağa çıkmadan önce yer yer münakaşalarımız oldu. Zaten ben alıkonulduktan sonra hakkımda ‘O zaten askerde sürekli kavga çıkartırdı’ demişler.”
Kapı önünde bir çift çorap
Yaylalı, 25 günlük askerken dağa gönderilir. Sıcak çatışmaya girmez o dönemde. Ancak katıldığı köy boşaltmaları da bir o kadar yakar vicdanını. “Gabar’a götürüldük. Karşılıklı taciz atışları vardı ama çatışmaya girmedim. Korucu köylerine gidebiliyorduk ama diğer köylere gitmiyorduk. Yine de yemek kısıtlı; giyim sıkıntısı, çorap ihtiyacı var. Bunları gidermek için köylere inerdik. Çoğu zaman para almazdı köylüler; dayatsak bile almazlardı. Hatta boşalttığımız köylerden biri, daha önce eşya aldığımız bir köydü. Evlerden insanları çıkartıyoruz, arama bahanesiyle evler dağıtılıyor, her şey kırılıyor. Bir evin kapısının yanı başında asılı çorapların bir çiftini bana vermişlerdi. Evi boşaltırken diğer çiftin hâlâ asılı olduğunu görmüştüm.”
Nasıl alıkonuldu?
Dağa çıkartıldıktan üç ay sonra PKK tarafından nasıl kaçırıldığını ise bütün ayrıntılarıyla hatırlıyor. “Bizim taburu Uludere’ye kaydırma talimatı geldi. Bir sabah gün doğmadan Uludere’den yürüyerek kırsala kaymaya başladık. Bir gün koruculardan haber geldi ve dağlık bir yere konuşlandık. Fakat bir şey olmadı. Geri döndük hızla. Uzaktan taciz atışları duyuluyordu. Ben en arkadayım. Hızla geri dönerken yüksek bir yerden düştüm. Dere yatağına kadar sürüklendim. Kendime geldiğimde kimse yoktu. Ayaklarım yaralanmıştı, sol ayağımda kanama vardı. Sürünerek küçük bir mağaraya girdim. İkinci günün akşamı gerilla geldi. Yarı baygındım. 14 yaşlarında bir kız çocuğuydu. İki erkek gerilla daha geldi. Ölüm korkusu vardı tabii. Doktorları ayaklarımı tedavi etti. Benden önce alınan askerler vardı. Benden sonra da askerler getirildi.”
İki yıl nasıl geçti?
İki seneden fazla Kuzey Irak’ta Gare Dağı’nda tutulur Yaylalı; 6 Türk askeri ile birlikte. İlk üç dört ay öldürüleceğini ya da ajan olmaya zorlanacağını düşünür. Onun için başka açıklama yoktur. Bu arada kafasındaki “terörist” kavramıyla da çok çekişir. “’Bizim Türk halkıyla sorunumuz yok. Savaşın rengini bilmiyorsunuz. Bu yüzden size önyargıyla bakmıyoruz’ diyerek diğer askerlerin yanına gönderdiler. Kocaman bir önyargı duvarınız var ve bunun bir anda yıkılması mümkün değil. Bir süre sonra ise normal ilişkiler kurmak zorunda kalıyorsunuz düşman bildiğiniz kişilerle. İnsan şaşırıyor tabii. Beraber yemek hazırlamaya, yürümeye, yakacak hazırlamaya başlıyorsunuz. Hiç de ‘biz’den farklı olmadıklarını; eti kemiği olan, düşünen, sorgulayan insanlar olduklarını görüyorsunuz. Sonradan hem savaşla hem yaşadığım toplumla onu yönetenler ve yönlendirenlerle hesaplaşmış, Kürt halkı gerçeği ile ilgili belli bir noktaya gelmiştim. Yine de beni asıl bilinçlendiren; devletin benim hakkımda, ben dağdayken başlattığı kampanya oldu. Ailem askeri şubeye gidiyor; önce yok böyle birisi demişler, sonra orada olduğum gazetelerde ortaya çıkınca da ‘Kendi kaçtı; o zaten teröristti’ gibi şeyler söylemişler. Halbuki Isparta’da önümüzde Kıbrıs seçeneği de vardı. Ama Doğu’ya gelmeyi seçtim. Millet, bayrak ve ordu için kendi canımızı ortaya koymaya gelmiştik. Devlet, orduydu benim için ve ‘Bana nasıl bunu yaparlar?’ diye düşünmeye başladım. Bu, benim belki en büyük hesaplaşmamdı o zaman. Kürt kimliği ile barıştıktan sonra bu halkın cumhuriyet döneminden önce de uğradığı baskıların tarihini yavaş yavaş öğrenmeye başladım. Daha çok karşılıklı konuşarak, tartışarak hatta daha çok gözlemleyerek fark ettim bazı şeyleri. Diğer beş asker arkadaşla da birçok şey paylaştık ama serbest bırakıldıktan sonra birkaçı benim onları eğitime zorladığımı söylemişlerdi. Çok şaşırdım.”
Teslim edildiler
Bu arada Gazeteci Namık Durukan, Gare’ye gelerek alıkonulan askerlerle görüşmüş, onlardan ailelerine yazdıkları mektupları almış ve bunları yayınlatmıştır. Böylece hayatta olduklarını ve devletten, kendilerini almak için girişimde bulunmalarını istediklerini kamuoyu öğrenmiştir.
Yine de ancak 1996 yılında geri dönüş için kesin adım atılır. Zamanın İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal, Refah Partisi Van Milletvekili Fethullah Erbaş, Mazlum-Der İzmir Şube Başkanı Halit Çelik ve asker ailelerine, İnsan Hakları Günü’nden bir gün önce 9 Aralık 1996’da teslim edilir alıkonulan askerler.
Habur’dan cezaevine
Yaylalı anlatıyor: “Habur’da iki araba bekliyordu. Biri siyah bir Mercedes, diğeri minibüs. İki kişi ailemin arasına dalarak koluma girdi. Sonra MİT’ten olduklarını öğrendim. Beni bir yere götürüp sorular sordular, harita gösterdiler. Harita bilgim olmadığını söyledim. ‘Nasıl yardımcı olmazsın?’ diye dövmeye başladılar ama dışarıda heyet olduğu için bir şey yapamadılar. Beni alıp Diyarbakır DGM’ye götürdüler. Hakim; ‘Seni yüzkarası, sen nasıl Karadenizlisin seni aşağılık’ diye hakaret etti. Diyarbakır Cezaevi’ne atıldım. Dayak atmalar, kalaslarla dövmeler, ajanlık yapmamı istemeler... 3.5 ay kaldım cezaevinde. Sürekli saldırıya maruz kaldım. Avukatım ise “örgüt üyeliğinden” dava açıldığını söyledi. Bunların hepsi yavaş yavaş beni bilinçlendirdi. Sonra yeniden askere gönderdiler. Hem de savaş taburuna!.. Bir buçuk yıl yaptım askerlik.”
‘Benden önce tehditler gitti’
En son 1998’de askerlik kesin olarak biter ve Yaylalı, Bafra’ya geri döner. Ancak önce tehditler ulaşmıştır. “Karadeniz mafyası telefonla annemi; ‘Oğlunuz Karadeniz’e girmesin’ diye tehdit ediyor. Benden önce Terörle Mücadele gitmiş zaten. Mahalleliyi, esnafı ‘Teröristtir, dikkat edin’ diye uyarmışlar. Korkuyorlardı; kimse konuşmuyordu. Ama insanlarla doğru şeyleri paylaşırsanız, dayatılan şeylerin etkisi kırılıyor. Ama yaklaşık bir buçuk sene sürdü. Babam sürekli takip ediliyordu; ‘Oğlun şöyle böyle, dosyaları kabarık, çeki düzen ver’ diye. Birkaç işe girdim; ya polis oraları tehdit etti, ya engelledi. Anket araştırması yapıyordum. Arkadaşım anlattı: ‘Senin arkandan polis geldi, terörist olduğunu, topladığın bilgileri başka şeyler için kullanacağını söyledi’ dedi. Bu yüzden tüm bu yaşadıklarımla insanların kafalarında soru işaretleri bırakabilmek için kitap yazmaya karar verdim. Sürekli ölümlerle, korkularla bir yerde tutulmaya çalışılan bir halk; oradaki gerçekliği, yaşanmışlığı, dilimizin döndüğü kadarıyla aktarmaya çalışacağız. Ama yine de hep bir yanımda o vicdani rahatsızlık kalacak benim. Kürt halkının acılarını benim ifade etmem çok zor. Benim yaşadıklarım, Kürt halkının yaşadıklarının yanında katlanılabilir kalıyor çünkü.” (İstanbul/EVRENSEL)
19 yaşındaki Sarya’nın ölümü
Vatanı savunmak için komando olan Yaylalı, PKK kampında alıkonulduğu iki yıl içinde bir de sevdalanır. Hem de gerilla olan 19 yaşındaki Sarya’ya. Ancak Sarya, bir çatışmada yaralanır. Yarı baygın kampa getirildiğinde iç kanama geçirmektedir. Bunun farkında olmayan İbrahim, onu uyanık tutmak için sürekli konuşur ancak Sarya’nın eli yana düştüğünde fark eder öldüğünü.
“İlk defa öldüğünde alabildim onu kucağıma” diyor Yaylalı.
Örgüt üyeliğinden beraat
İbrahim Yaylalı’ya örgüt üyesi olma iddiasıyla açılan dava beraatla sonuçlandı. Yaylalı, kendisine mahkeme sonucunun bildirilmediğini, bir iş için gittiği Ankara’da dava sonucu öğrendiğini söylüyor: “O güne kadar bu dava benim için ‘Demokles’in Kılıcı’ gibiydi.”
Elif Görgü - Mustafa Akyol

Evrensel'i Takip Et