23 Mayıs 2010 00:00

BENiM ADIM CUMARTESi


Sevdiklerimizin, dostlarımızın, geçmişimizde iz bırakan, geleceğe birlikte uzanmak istediklerimizin fotoğraflarından oluşan aile albümlerini hepimiz çok severiz. İsteriz ki bu fotoğraflar hep neşeli fotoğraflar olsun, eksilmesin kimsenin gülen yüzü. Onların ellerindeki fotoğraflar yalnızca anıları tazelemek için bakılan fotoğraflar değil. Hesap sormak, akıbetini araştırmak, yokluğunun faillerini soruşturmak için tuttukları ve hiç ellerinden düşürmedikleri fotoğraflarla, kayıp fotoğraflarıyla her cumartesi günü toplumsal hafızamızı yeniden yokluyorlar kayıp yakınları.
Zor kaybın acısını taşımak. Onlar acılarını ortaklaştırıp büyük bir aile oldular, şimdi biri gelmediğinde diğeri tutuyor kayıp fotoğrafını… Maside Ocak, Fikriye Alpsoy ve Mukaddes Coşkun. Onlar kayıp yakınları. Bu hafta sayfamızda cümlelerine hiç dokunmadan, onların hayatına tanık ediyoruz sizleri. Kaybolan yalnızca onların yakınları değil, bu memleketin de hafızası aynı zamanda. Hafızayı diri tutmak ve kaybedenlerden hesap sormak ise elimizde…

Kaybolma(ma) hikayeleri
“Sağ aldınız, sağ istiyoruz…”
Maside Ocak: “Abim Hasan Ocak 21 Mart 1995’te gözaltına alınmış. Eve gelmeyince ertesi gün ağabeyimi aramaya başladık, her kayıpta olduğu gibi yetkililer “bizde yok” dediler. Günler geçti. “Sağ aldınız, sağ istiyoruz” diye bir kampanyaya başladık. 10 kişilik eylemlerden on binlerin katıldığı mitinglere kadar her yerde kayıpların fotoğraflarını taşıdık. 58 gün sonra ağabeyimin cansız bedenini bulduk. Tel veya iple boğulmuştu, köylüler bulmuşlar Hasan’ın cesedini. Hasan’ın gözaltında öldürüldüğü belliydi. Haftada bir, belki de iki-üç kere adli tıp morgundaki kimsesizlerin cesetlerine bakıyorduk. Ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Hasan’ın cansız bedeni 15 gün morgta bekletildikten sonra Küçükçekmece Mezarlıklar Müdürlüğü’ne, oradan da 3-4 gün bekletildikten sonra Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüştü. Bizim Hasan’ı en çok aradığımız dönemlerde Hasan kimsesiz bir insan olarak gömülmüştü. Biz Hasan’a adli tıptaki bir dosyadan fotoğraflarını görerek ulaşabildik, günlerce mezar aradık. Altınşehir’de çok korkunç şeylerle karşılaştık, ki 1 hafta sonra da Rıdvan Karakoç o toprakların altından çıkarıldı kimsesizler mezarlığında, aynı şekilde öldürülmüş, aynı yere cesedi atılmıştı. İlk kayıplar kampanyasını örgütlemeye başladığımızda çok az kişiydik: Toraman Ailesi, Gülünay ailesi, biz ve Bilgin ailesiydik. Rıdvan’ın cenazesinden sonra aydınların çağrısıyla bir araya geldik. Sonrasında bunu gelenekselleştirmek gerektiğini konuştuk. Önümüzde çok önemli bir örnek vardı, Arjantin’deki Plaza De Mayo Anneleri’nden çok şey öğrenerek Galatasaray’da oturmaya başladık. Haftalar ilerledikçe başka kayıp yakınları da geldi.
“Çekmecelerden çıkan çamaşırlar…”
Fikriye Alpsoy: ‘94 yılıydı. Bir akşam eşim Halil Alpsoy’la misafirliğe gitmiştik, döndüğümüzde evin önünde beyaz bir Şahin bizi bekliyordu. Üç kişi indi arabadan. Ben arabadan inince yaklaştılar. Kucağımda 40 günlük bebeğim vardı. Arabaya bindirdiler Halil’i, ben dedim “benim 6 tane çocuğum var, siz nereye götürüyorsunuz benim kocamı”. Bana dediler “merak etme, karakola kadar götürüyoruz, yarım saat sonra gelir”. Eve nasıl çıktığımı bilmiyorum, telefonu aldım baktım kesmişler, saat gece yarısını çoktan geçmiş ben nasıl gideyim bir yere? Vücudumda ateş var gibiydi, ağlıyorum, çaresizim, sabah nasıl oldu bilmiyorum, sabah olmadan oğlumu kaldırdım, gittik karakola. Karakolda bana dediler “Ne oldu, sabah sabah gelmişsin?”, ben de dedim “kocamı aldınız”. “Öyle birini almadık” dediler bana. Koca İstanbul’da bir karakol bırakmadım gidip kocamı sormadığım. En son bir karakolda bana dediler ki “kocan Gayrettepe’de işkencededir, git oraya sor”. Gittim, beni bir odaya koydular, bütün duvarlar dolaplarla çevriliydi. Biri çekmeceleri açıyordu, içinde erkek kadın çamaşırları. Dedim ki “Bunlar nedir?”. Bana dedi ki “sen kocanın çamaşırlarını tanıyor musun? Bak bunlara, arasında varsa kocan buradadır, sağ çıkarsa gelir”. Bir umut baktım çamaşırlara, içinde yoktu. Günler geçti. Evde bekliyordum, bir telefon geldi. Dedi “Ben Kırıkkale’den arıyorum korkma ama biz böyle bir ceset bulduk, geliyorsan bekleyelim, gelmiyorsan defnedeceğiz” dedi. Dedim ki “ Kimsem yok, okuma yazmam yok, çaresizim, bana 1 saat izin verin, karakola kadar gideyim” . Kayınlarıma haber verdim, karakola gittim, telefonu anlattım. Bana “Defol git” dediler karakolda. Kaynımlar gitti Kırıkkale’ye, beni götürmediler belki tuzaktır diye. Gittiler, çok işkence görmüş, ensesinden tek kurşunla vurmuşlar, ormanlık alana atmışlar. Ceketinin cebine ev numarasını yazmış, oradan bulmuşlar bizi. Cenazeden 1 hafta sonra da haber aldık Kasım Alpsoy’u da almışlar. 21 gün sonra Adana’da amcamın oğlunu da almışlar. O kadar çok kişiyi alıp götürdüler ki, belki bir evden 4 kişi, 5 kişi…
“O daha çocuktu…”
Mukaddes Coşkun: Ben yengesiyim Abdullah Coşkun’un. ‘95’te Kasım ayında henüz lise 1. sınıfa giderken gözaltına alındı Mardin Dargeçit’te. Ben o zaman ailede değildim, ama akrabayım, biliyorum neler yaşandı. Gece 3’te Abdurrahman’ı götürmeye gelmişler. Annesi demiş “Ne yapacaksınız çocuğumu”, demişler “Sen karışma, çocuğun üstüne bir şeyler getir, sabah gel karakola öğrenirsin ne yapacağımızı” demişler. Abdurrahman’ı 2’si öğrenci 7 kişiyle birlikte almışlar. Sabah gitmişler karakola çocuğumuz ne oldu diye, karakoldan demişler ki Mardin’e götürdük, Mardin’e gitmişler “öyle biri yok” denmiş. Tekrar Dargeçit’e gittiklerinde “evet buradalar, 15-20 gün sonra gelin, görüşürsünüz” demişler. 15 gün sonra gittiklerinde “Biz serbest bıraktık” demişler, “Ama eve gelmedi, o daha çocuk, ne yapsın tek başına dışarılarda” demişler, cevap yok. Abdurrahman Coşkun’un ‘93’te babası askerler tarafından öldürüldüğü için, ağabeyleri de küçük olduğu için okuma yazması olmayan, yaşlı annesi tarafından aranıyor. Kadın kime gittiyse yardım alamamış. Konu komşu akraba da yardım edememiş korkusundan, acaba aynı şey bizim de başımıza gelir mi diye. Kadın tek başına aramaya çıkmış oğlunu. Benim eşim o zaman 11 yaşındaymış. Karakola gittiğinde tartaklanıyor, dövülüyor, gözaltına alınıyormuş annesiyle kardeşleri. Anne gitmedik yer bırakmamış. Nereye gitse yok demişler. Abdurrahman’la birlikte alınanlardan yaşlı olan kişinin cesedi diye bir ceset getirmişler ailesine, ama tanınmayacak haldeymiş. Aile de çaresi kabullenmiş. Onun dışındakilerden hiç haber yok.

“Babam beni hiç sever miydi” diye soran çocuklar…
Fikriye Alpsoy: Ben çocuklarım için kendime cesaret verdim. Onlar için uğraştım ama onlar için de o kadar zor ki hayat. Kocam götürüldüğünde kırk günlük olan oğlum şimdi soruyor, babam beni hiç sever miydi, beni hiç kucağına aldı mı, nasıl biriydi nasıl konuşuyordu? Çocuklarım ufaktı işe gittiklerinde, bana diyorlardı ki “Anne gel bizi al işyerinden, biz korkuyoruz”. Sokaklarda oynamalarına, pencereden bakmalarına hiç izin vermedim. Kocamı götürdüler, kuzularımı götürmelerine dayanamazdım. Babalarına hasret büyüdüler. Büyük oğlumu evlendirdim, bir kızı oldu, torunum ilk “baba” dedi. Baktım oğlum dövüyor torunumu. Dedim ki “Neden dövüyorsun oğlum çocuğu”, bana dedi ki “Ben baba diyor muyum ki, o baba diyor?”, daha bugüne kadar bırakmıyordu ki o kız “baba” desin. Çok çektik biz, insana hasret kaldık, gelip de kapımızı çalacak, hal hatır soracak bir insana hasret kaldık. İstiyorlardı gelmeyi ama çok korkuttular, hem bizi, hem eşimizi dostumuzu akrabamızı. Evde çalışan yoktu, hayat şartları zordu. O çocuklarımı okutamadım ya daha hâlâ azap çekiyorum. İçime dert oldu.

“Kürt olmak suçların en büyüğü…”
Mukaddes Coşkun: Abdurrahman Coşkun’un annesinin yaşadığı şeyleri yaşamamayı diliyorum, hiçbir anne yaşamasın istiyorum. Oğlum var iki yaşında, ona bırakıyorum, ben gidiyorum Galatasaray’a. Eşim 11 yaşındaymış abisi kaybedildiğinde. Annesi okuldan alıyor onun da başına bir iş gelmesin diye. Onu Mardin’den İstanbul’a gönderiyor. Eşim 27 yaşında şimdi, yarım saat geç kalsa annesi hemen telaşlanıyor, belki bir şey olmuştur diyor. Benim kardeşimi de tutukladılar düğüne giderken daha geçen yıl. Değişmiyor bazı şeyler bizim topraklarda, öyle bir hayat ki bizimki Kürt olmak suçların en büyüğü. Kardeşimin hiçbir suçu yok, 1 senedir daha davası görülmemiş, bekliyoruz. Benim annem de şimdi aynı acılardan geçiyor. Annelerin kaderinin bu olmasını istemiyorum. Anne Galatasaray’da ilk eylemlere katıldığında gözaltına alınmış, mahkemelerde süründü 60 yaşındayken. Tek isteği de çocuğunun kemikleri. Ben o anneyi görüyorum, çocuğumu o annenin yanında büyütüyorum. Gece çocuğuma sarılıyorum başına kötü bir şey gelecek diye ödüm kopuyor. Kimse yaşamasın bu korkuları. Bütün anneleri el ele vermeye çağırıyorum.

CUMARTESİ MEYDANI’NIN KADINLARI
Sanki onun yanına gidiyormuş gibi…
Fikriye Alpsoy: Televizyonlarda gördüm ilk Cumartesi Annelerini. O kadar çok kişiyi kaybettik ki ailemizden “Acaba bizi de alırlar mı, çocuklarımızı götürürler mi” diye çok korkuyorduk. Bayram günü bile kapımızı çalan olmadı, ne haldesiniz, ne yapıyorsunuz diyen olmadı korkudan. Bir sabah erken kalktım baktım kapının arkasında yastıklar var, dedim Allah Allah, ne işi var bu yastıkların kapının arkasında? Çocuklara sordum, dediler “Korkumuzdan yatamıyoruz, babamızı aldılar, ya seni de alırlarsa biz ne yapacağız? Yastıkları koyduk ki kapıyı açamasınlar”. Şu anda bile bir adım atıyorum, arkama bakmadan yürüyemiyorum. Bazen diyorum kendi kendime insanlar beni görünce kendi kendilerine soracaklar acaba bu kadın neden bu kadar çok arkasına bakıyor diye. Çok korku vardı, hâlâ da var. Ben diyemiyordum “Benim kocamı kaçırdılar, öldürdüler”, hesap soramıyorduk korkumuzdan. Şimdi meydanlara çıkıyoruz, bağırıyoruz. Katilimizi istiyoruz. Fotoğraf tutmuyoruz da sanki yanı başımızda onlar duruyor gibi hissediyoruz. Cumartesi meydanına gittiğim zaman sanki kendisi oradadır da ben onun yanına gidiyorum gibi hissediyorum. Her cumartesi torunlarım zannediyor ki ben dedesinin yanına gidiyorum. Peşime düşüyor, “Ne olur babaanne bizi de dedemize götür” diyorlar. Kızım hatırlamıyor babasını, çok zor geliyor bu ona, o da babasını arıyor sanki orada…

O resimler azalsa…
Mukaddes Coşkun: Anne sonuçta o, hâlâ arıyor evladını. Şimdi en ufak bir haber gelecek umuduyla yaşıyor, en küçük bir gelişmede hemen dilekçe yazıyoruz, yetkililere başvuruyoruz. Haberlerde izliyoruz, kuyular açıldığında, birileri bulunduğunda, ifadeler verildiğinde, anne her seferinde benim oğlumun kemikleri de oradan çıkar mı diye heyecanlanıyor. Her haberi izliyor, hiçbir haberi kaçırmıyor. Bir umut yani, yaşadığından umudunu kesmiş, hiç değilse bir mezarı olsun diye umud ediyor. Mezarına gideyim, hiç değil bir dua edeyim diyor. Onun çektiğini anlatmak gerçekten zor, geceleri kalkıyor bizi uyandırıyor haber var mı bir izleyeyim diye, bir haber geldiği zaman hemen belki bizim evladımız çıkar diye heyecanlanıyor. Şimdi 70 yaşının üzerinde, hasta, ben gidiyorum onun yerine Galatasaray’a. Dilerim azalır o resimler. Ama kaybı olanlar bize katılsınlar. Biz hep gideceğiz, bir umut, o umudun peşinden hep gideceğiz. Herkes ister kaybının hayatta olmasını, ama biz artık sadece kemiklerinin, mezarının peşindeyiz. Bizim umudumuz da bu. Her şey annelerin elinde bu zamanda, bütün annelere sesleniyorum, gelsinler de hep beraber bir çare bulalım…

Bir çocuğum da o meydan…
Maside Ocak: İnsanlar yanımızdan geçip giderlerken Galatasaray Meydanı bir taşduvar, bir parke taşından ibaret ama bizim için çok farklı anlamlar ifade etti orası. Kayıpların çocukları ve hatta torunları, biz birbirimizi orada bulduk. Biz Galatasaray’da tanıştık. Birimizden biri gelmediği zaman iki fotoğrafı birden tutuyoruz, niye gelmediler acaba diye soruyoruz. Onlar bizim sadece fotoğraf albümümüzde kalmıyor, onların düşünü, onların gülüşünü, onların mücadelesini taşıyoruz. Biz o meydanın şanslılarındanız, bizim çiçek götürebildiğimiz bir mezarımız var. Ama o meydanda mezarı olmayan onlarca kayıp yakını var. İnsan olabilmek, insan kalabilmek için, hatta kadınsak eğer kadın duruşumuzla, kadın duyarlılığımızla orada olmak çok önemli. Kadınlar bugün dünyayı değiştirebilecek güçteler. Biz o meydanın kadınlarıydık, biz o meydanda onlarca çocuk büyüttük. Şimdi o meydanda bizim çocuklarımız var. Ben ilk gençliğimi yaşadım orada. Birçok duyguyu bir arada yaşıyor insan o meydanda, hüznü yaşıyor ama en çok hüznü değil, özlemeyi, en çok paylaşımı, en çok da acının renginin ortaklığını yaşıyor insan orada. Şimdi bir çocuğum var, bir çocuğum Galatasaray, bir çocuğum da kayıplar mücadelesi. Çünkü bitmeyen bir şey bu, çünkü son kaybımız bulunana kadar sürecek bir mücadele. Ben inanıyorum ki benim sesim ne kadar yüksek çıkarsa, yanımdakilerin sesi ne kadar yüksek çıkarsa o kadar yaklaşacağız kayıplarımıza.

NE İSTİYORUZ
Maside Ocak: Cumartesi Annelerinin talepleri kayıpların bulunması, kaybedilen insanların en azından kemiklerinin ailelerine verilmesi, bununla beraber bugün Mehmet Ağarlar yargılanırken, bugün Ergenekoncular itiraf etmişken insanları nasıl kaybettiklerini, Diyarbakır’da Temizözlerin davası devam ederken, Bolu Jandarma Tugayı’nın kaç tane insanı kaybettiği ortadayken ve tüm bu deliller ellerinin altındayken bizim talebimiz şu: Yargı işini yapsın. Hukuksa bizim için de hukuk. Eğer onların hukuku katilleri, katliamcıları korumaksa bir anlığına kayıp yakınlarının yerine koysunlar kendilerini ve onlar için de hukuk istesinler. Hepimizin kayıplarının failleri belli aslında, bunlar onlarca davadan yargılandılar ama hep sütten çıkmış ak kaşık oldular. Biz sadece kayıplarımızı istiyoruz ve kaybedenlerin cezalandırılmasını istiyoruz.
Sevda Karaca

Evrensel'i Takip Et