30 Ocak 2006 23:00
Duvarın iki yanı
Özellikle son beş yıldır; festival ve festival dışı etkinlikleriyle sanatla iç içe bir yaşam alanı oluşturmaya çalışan, başta Diyarbakır ve Güneydoğu'nun birbiri ardı sıra açılan kültür ve sanat merkezleriyle, belediyelerin halka açık atölyeleriyle, sayıları çok az da olsa heykelleriyle sanatı ve sanatçıyı bu coğrafya insanıyla buluşturma çabası gerçekten saygı duyulacak bir eylem. Ancak bu eylem biçimi beraberinde sorunları da getiriyor.
Kültür ve sanat merkezi adı altında oluşturdukları mekanların varsa sanat komisyonları, yöneticileri ve sanat danışmanlarının izlediği yol, sanattan çok uzak bir noktada bulunmakta. Oysa sınırları olmayan, hiçbir dinin tanrısına tapmayan, bilinen ve unutulan bütün dilleri konuşabilen sanat, en çok da bu dar anlayışın sömürüsüyle sanatçı sanat eseri ve izleyici arasına yüksek duvarlar örmekte. Bu yüksek duvarlarla bir zaman karşılaşmış Diyarbakır, Ankara son olarak İstanbul'a göç etmiş, sanat pratiğinin dışında YTÜ Sanat Tasarım Fakültesi Araştırma Görevlisi olarak çalışan Ahmet Öğüt ile "duvarın her iki yanı" üzerine söyleştik.
Sanatçının bilimsel tavrı ya da çağına yaklaşımı ile ilgilenmeyip ortaya çıkmış ya da proje aşamasında olan işin politik bir slogan taşıma zorunluluğu var mıdır? Evet, öyle bir yanılgı var. Sloganlaştırılmış, maniple edilmiş, bir ideolojiye kurban edilmiş işler üretmenin kimseye yararı yok. Elbette bir yapıtın ve sanatçının kendine dert edindiği problemleri muhakkak olmalı ama bu bir politik görüşün ilüstürasyonuna dönüştürülmemeli. Ne de olsa önemli yapıtlar, söylemlerin peşinden sürüklenen değil, söylemleri peşinden sürükleyenlerdir.
10 bin yıllık geçmişi olan bir coğrafyadan geldiğini düşünürsek anadilinizle sanatın arasında ilişki kurabiliyor musunuz? Bu durum projelerinizi ne derece etkiliyor? Bu sanat ile ilgili batıdaki izlenimlerini, Türkiye'deki çağdaş sanat ve onun payından doğuya düşen dilim için, ki duruyorsa, fikirleriniz neler? Yazılı tarihten çok sözlü tarihin nefesinde süregelen bu köklü coğrafyada en azından doğmuş biri olarak elbette kendi geçmişimle köklü bir ilişkim var. Burada bir kimlik sorunundan çok doğamızdan bahsetmek istiyorum. Bu küllüyatı ve geçmişi taşıyan bir organizmadan. Elbetteki benim projelerim çoğu zaman bu geçmişle ilişki kuruyor. 10 bin yıllık geçmiş benim için aynı zamanda 10 bin yıllık geleceği de ifade ediyor. Ben bunun olabildiğince bilincinde olmaya çaba gösteriyorum. Bütün bunlar projelerime dolaylı ya da dolaysız yön veriyor. Türkiye'deki sanatın durumu, merkez diye görülen yerin çevreyle ilişkisi hakkında bir şeyler söyleyebilirim. Ortalıkta suni, lokal, hatta sanal bir pasta olduğu kanısındayım. Yerel sanat pazarı çok fazla içine kapanık ve bi haber durumda. İstanbul'da gerçekten uluslararası olan sadece bir kurum var o da Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi. Onun dışındaki kurumlar için aynı tespiti yapmak çok zor. Uluslararası sergiler yapmak, bol paralar harcamak uluslararası olmak anlamına gelmiyor. Bunu destekleyebilecek kurumsal varlığın inandırıcılığı koruyabilecek başka işlevlerinde olması gerekiyor. Arşiv oluşturmak, günün nabzını tutmak, yurtdışından doğru kişilerle ortaklıklar yapmak, onların buraya gelme isteklerini tetiklemek bir inandırıcılık gerekiyor. Diyarbakır Milli Eğitim Binası'nın eski binasına Modern Sanat Müzesi kurulacakmış mesela. Elbette bir müzenin kurulması sevindirici bir haber ama içine ne konulduğu çok daha önemli. Müzenin kalitesini belirleyen koleksiyondur.
Sizi İstanbul'a göç ettiren neden neydi? Diyarbakır'da büyük bir kaynak sıkıntısı var. Gerekli donanımı ve görsel belleği oluşturmak çok zor. Büyük bir bireysel çaba gerekiyor. Ankara'ya, oradan da İstanbul'a geliş sebebim bunlardı. Hareket alanımın sınırlarını zorlamak için göçebeliği tercih ettim.
Doğuya baktığımızda sanat adına bir kurumsal hafıza oluştu diyebilir miyiz? Yapılan festival ve sanatsal etkinlikler destekçileri adına İstanbul'dakilerle benzeşiyorlardı? Diyarbakır'da henüz bir kurumsal hafıza oluşmuş değil. İstanbul bile ancak son yıllarda günümüz sanatının parametrelerini takip eden kurumsallaşma sürecine geçebildi. Ama İstanbul'daki kurumlar daha çok sivil sermaye ya da özel sektör desteği ile varlıklarını sürdürebiliyorlar. Özellikle büyük bankalar kültür sanat konusunda geri kalmamaya gayret ediyorlar. Diyarbakır'da ise herhangi bir banka galerisine rastlayamazsınız. Orada belediyenin girişimleri dışında ciddi bir gayret yok. Belediye festivalleri organize ediyor, bütün yükün altına giriyor fakat içeriği de ivedilikle gözden geçirmesi gerekiyor. Yani yenilikçi bir tutum içine girilmesi gerekiyor. Batıdan gelen, tepeden inme kültür reformları işlev kazanmayacaktır. Birkaç yıl önce kurulan DSM önemli bir adımdı, ama programının gidişatı konusunda kuşkularım var.
Güneydoğu'daki kültür ve sanat merkezleri ve sanat atölyeleri, kurumlar Avrupa'daki diğer örnekleriyle karşılaştırıldığında işleyişle ilgili çok mu farklılık taşıyor? Kültür ve sanat merkezi çok iddialı bir başlık. Ne yazık ki Türkiye'de çok kolay kullanılıyor. Sanatsal bir ya da birkaç mesele ile ilgileniyorsa eğer bir kurum, bir kere önce kendi altyapısını sağlamlaştırması ve kendi arşivini oluşturması gerekiyor. Bu kemikleşmenin yanı sıra, sürekli kendini güncelleştirmesi gerekiyor. Hangi Kültür Merkezi, Bidoun (Orta Doğu Sanat Dergisi), Flash Art, Frame, Frieze gibi uluslararası dergileri takip ediyor? Hadi bunları bırakalım, yerel dergilerin doğru düzgün takip edilip edilmediğinden bile kuşkuluyum. Bunlar yapılmadıktan sonra kurumların çoğalmasında pek bir anlam göremiyorum. Diyarbakır'da olay bambaşka. Kültür sanat deyince yerel şairlerin kitapları, bağlama, gitar, bendir kursları ve bir iki bilindik ressamın dışında başka şeylerin de akla gelmesi lazım. Burada sorumluluk teker teker herkese düşüyor.
* Heykeltıraş
Sanatçının bilimsel tavrı ya da çağına yaklaşımı ile ilgilenmeyip ortaya çıkmış ya da proje aşamasında olan işin politik bir slogan taşıma zorunluluğu var mıdır? Evet, öyle bir yanılgı var. Sloganlaştırılmış, maniple edilmiş, bir ideolojiye kurban edilmiş işler üretmenin kimseye yararı yok. Elbette bir yapıtın ve sanatçının kendine dert edindiği problemleri muhakkak olmalı ama bu bir politik görüşün ilüstürasyonuna dönüştürülmemeli. Ne de olsa önemli yapıtlar, söylemlerin peşinden sürüklenen değil, söylemleri peşinden sürükleyenlerdir.
10 bin yıllık geçmişi olan bir coğrafyadan geldiğini düşünürsek anadilinizle sanatın arasında ilişki kurabiliyor musunuz? Bu durum projelerinizi ne derece etkiliyor? Bu sanat ile ilgili batıdaki izlenimlerini, Türkiye'deki çağdaş sanat ve onun payından doğuya düşen dilim için, ki duruyorsa, fikirleriniz neler? Yazılı tarihten çok sözlü tarihin nefesinde süregelen bu köklü coğrafyada en azından doğmuş biri olarak elbette kendi geçmişimle köklü bir ilişkim var. Burada bir kimlik sorunundan çok doğamızdan bahsetmek istiyorum. Bu küllüyatı ve geçmişi taşıyan bir organizmadan. Elbetteki benim projelerim çoğu zaman bu geçmişle ilişki kuruyor. 10 bin yıllık geçmiş benim için aynı zamanda 10 bin yıllık geleceği de ifade ediyor. Ben bunun olabildiğince bilincinde olmaya çaba gösteriyorum. Bütün bunlar projelerime dolaylı ya da dolaysız yön veriyor. Türkiye'deki sanatın durumu, merkez diye görülen yerin çevreyle ilişkisi hakkında bir şeyler söyleyebilirim. Ortalıkta suni, lokal, hatta sanal bir pasta olduğu kanısındayım. Yerel sanat pazarı çok fazla içine kapanık ve bi haber durumda. İstanbul'da gerçekten uluslararası olan sadece bir kurum var o da Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi. Onun dışındaki kurumlar için aynı tespiti yapmak çok zor. Uluslararası sergiler yapmak, bol paralar harcamak uluslararası olmak anlamına gelmiyor. Bunu destekleyebilecek kurumsal varlığın inandırıcılığı koruyabilecek başka işlevlerinde olması gerekiyor. Arşiv oluşturmak, günün nabzını tutmak, yurtdışından doğru kişilerle ortaklıklar yapmak, onların buraya gelme isteklerini tetiklemek bir inandırıcılık gerekiyor. Diyarbakır Milli Eğitim Binası'nın eski binasına Modern Sanat Müzesi kurulacakmış mesela. Elbette bir müzenin kurulması sevindirici bir haber ama içine ne konulduğu çok daha önemli. Müzenin kalitesini belirleyen koleksiyondur.
Sizi İstanbul'a göç ettiren neden neydi? Diyarbakır'da büyük bir kaynak sıkıntısı var. Gerekli donanımı ve görsel belleği oluşturmak çok zor. Büyük bir bireysel çaba gerekiyor. Ankara'ya, oradan da İstanbul'a geliş sebebim bunlardı. Hareket alanımın sınırlarını zorlamak için göçebeliği tercih ettim.
Doğuya baktığımızda sanat adına bir kurumsal hafıza oluştu diyebilir miyiz? Yapılan festival ve sanatsal etkinlikler destekçileri adına İstanbul'dakilerle benzeşiyorlardı? Diyarbakır'da henüz bir kurumsal hafıza oluşmuş değil. İstanbul bile ancak son yıllarda günümüz sanatının parametrelerini takip eden kurumsallaşma sürecine geçebildi. Ama İstanbul'daki kurumlar daha çok sivil sermaye ya da özel sektör desteği ile varlıklarını sürdürebiliyorlar. Özellikle büyük bankalar kültür sanat konusunda geri kalmamaya gayret ediyorlar. Diyarbakır'da ise herhangi bir banka galerisine rastlayamazsınız. Orada belediyenin girişimleri dışında ciddi bir gayret yok. Belediye festivalleri organize ediyor, bütün yükün altına giriyor fakat içeriği de ivedilikle gözden geçirmesi gerekiyor. Yani yenilikçi bir tutum içine girilmesi gerekiyor. Batıdan gelen, tepeden inme kültür reformları işlev kazanmayacaktır. Birkaç yıl önce kurulan DSM önemli bir adımdı, ama programının gidişatı konusunda kuşkularım var.
Güneydoğu'daki kültür ve sanat merkezleri ve sanat atölyeleri, kurumlar Avrupa'daki diğer örnekleriyle karşılaştırıldığında işleyişle ilgili çok mu farklılık taşıyor? Kültür ve sanat merkezi çok iddialı bir başlık. Ne yazık ki Türkiye'de çok kolay kullanılıyor. Sanatsal bir ya da birkaç mesele ile ilgileniyorsa eğer bir kurum, bir kere önce kendi altyapısını sağlamlaştırması ve kendi arşivini oluşturması gerekiyor. Bu kemikleşmenin yanı sıra, sürekli kendini güncelleştirmesi gerekiyor. Hangi Kültür Merkezi, Bidoun (Orta Doğu Sanat Dergisi), Flash Art, Frame, Frieze gibi uluslararası dergileri takip ediyor? Hadi bunları bırakalım, yerel dergilerin doğru düzgün takip edilip edilmediğinden bile kuşkuluyum. Bunlar yapılmadıktan sonra kurumların çoğalmasında pek bir anlam göremiyorum. Diyarbakır'da olay bambaşka. Kültür sanat deyince yerel şairlerin kitapları, bağlama, gitar, bendir kursları ve bir iki bilindik ressamın dışında başka şeylerin de akla gelmesi lazım. Burada sorumluluk teker teker herkese düşüyor.
* Heykeltıraş
Evrensel'i Takip Et