02 Şubat 2005 22:00

Acılı ekmeğin öyküsü

30 Ekim 1961'de Türkiye ile Federal Almanya arasında yapılan anlaşmayla başlayan işçi akını 60'ların sonunda ve 70'li yıllarda doruğa ulaşır. Yüzbinlerce insan Almanya'da işçi olmak için başvuru yapar.

Paylaş
30 Ekim 1961'de Türkiye ile Federal Almanya arasında yapılan anlaşmayla başlayan işçi akını 60'ların sonunda ve 70'li yıllarda doruğa ulaşır. Yüzbinlerce insan Almanya'da işçi olmak için başvuru yapar. Ve Sirkeci'den haftanın iki günü Almanya'ya işçi trenleri kalkar. Yarısı erkeklere ayrılmıştır bu trenlerin yarısı kadınlara. Metin Gür acılı ekmeğin peşinde Almanya'ya yapılan bu inanılmaz göçün öyküsünü kadınların ağzından anlatıyor. 15-16 yaşında oraya giden ama şimdi çoğu 50 yaşın üzerinde olan kadınların hastalanmak pahasına Alman fabrikalarında köle gibi çalışarak yaşamaları ve bunun dilsizlikle, yabancılıkla birleşmesiyle ortaya çıkan acı tablo bugün de gündemde. Metin Gür'ün Günizi Yayınları'ndan çıkan "Sütü Küstürmek" isimli araştırması, Almanya'nın yalnız adını bilenlere ve oraya göçen insanlarımıza Almancı diyenlere çok şeyler öğretiyor. Gür pek çok kadınla konuşarak onların neler yaşadığını röportaj tekniğiyle anlatıyor. Konuştuğunuz kadınlar üzerindeki ilk gözlemleriniz neler oldu? Geldiklerinde bunlar 16-17 yaşındaki kızlar. Hepsi yaşını büyütüp Almanya'ya gelmişti. Şimdi bakıyorsun onların yaşları 55, 60, 65. Tabii yorulmuşlar, çökmüşler ağır işlerde çalışmışlar. Çocukları olmuş, kimi mutlu, kimi de mutsuz. Acılarla birlikte yaşıyorlar. 1960'lı yılların başında Almanya'dan Türkiye'ye çok yoğun bir işçi göçü başlıyor. Daha yeni yeni bu göçün korkunçluğunu anlayabiliyoruz. Salı ve perşembe günleri Sirkeci'den özel işçi treni kalkıyor Münih'e. İki ya da üç gün süren bir yolculuk bu. Trenin yarısı kadınlara yarısı da erkeklere ayrılmış. 400 kadın 400 erkek yani. Kadınlar arasında 30 yaşına gelen yoktur. 16 ile 23-24 arası çoğu. Yurtdışını hiç görmemiş Malatya'dan Tokat'a dek her yerden kadın var. İşin ilginç yanı nereye gittiklerini de bilmiyorlar. Altına imza attıkları kontratlarda ne yazdığından haberleri bile yoktu. Her şeyi işverenler belirliyordu. Oraya giden Türk işçisi en ağır koşullarda çalıştı. Acemi, dilleri yok, yer bilmiyorlar. 16 yaşındaki kızı alıyorsun sen oraya, ne yapacak o insan orada. Onun için, o ilk gidenler çok büyük acılar yaşadı, zorluklar çekti. Bunun çok çarpıcı örnekleri var. Ben bu araştırmaya girişmeden önce bu olayın, bu denli dramatik olduğunun farkında bile değildim. Sizi böyle bir araştırmaya yönelten neydi? Türkler'de "at, avrat ve silah" kutsal olarak anılır. Hele 60'lı yıllarda bunlara laf söyletilmezdi. O dönemde 16 yaşındaki kız tütün tarlasından çıkıyor, anasıyla babasıyla anlaşıyor ve Almanya'ya işçi olarak yazılmaya gidiyor. Toplumun kolay kabulleneceği bir şey değil bu. Gittiğinde köyde kimseye haber vermiyorlar, niye haber vermediniz diye sorduğumda "Muayene de sağlam çıkamazsak, geri döndüğümüz de bize kötü gözle bakacaklardı. Gidersek de köyde mahallede, bir kız nasıl tek başına Almanya'ya gider derlerdi." O dönemde Almanya'ya gidenlere 'orospu' gözüyle bakılıyor. Mesela 2-3 çocuğu var kadının, çocuğun biri memede ve kadın o çocukları kocasına bırakarak yurtdışına gidiyor. O geleneklere göre bunlar mümkün değildi. Bir kadın çocuklarını bırakacak da yurtdışına çıkacak. Bir başkaldırı ama gizli gizli bir başkaldırı var burada. Üstelik Almanya'ya giden genç kızlar kendilerine tembih edildiği gibi, söylendiği gibi davranmıyorlar. Kimse ana babasının lafıyla hareket etmiyor. Hatta oraya gider gitmez erkek arkadaş buluyorlar. Baskıdan bir anda sıyrılmanın verdiği duygu başka bir şey yaratıyor. Çünkü somut bir gerçek var orada. Nereden kaynaklanıyor bu? Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinin sonucu o gelenekler, töreler yıkılıp gidiyor. Toplumu müthiş sarsıyor ve öf ve adetler, genenek ve görenekler, bütün bunları aldığımızda hepsi gelip ekonomiye, sınıfsal yapıya dayanıyor. Siz her ne kadar şuna dikkat ederim, buna dikkat ederim geleneğimi korumaya çalışırım deyin, buna toplum karar veremiyor. En tutucu çevrelerden bile Almanya'ya kadınlar gidiyor. Bu çalışmada en önemli nokta kapitalist gelişmenin yansımasını görmek oldu. Gidenler neden çok daha fazla kendi törelerine sarılıyorlar? Türkiye'den daha rahat bir ortama gittiler. 70'den sonra kırsal kesimden göç başladı, onların işçi statüsü yoktu, sınıfsal anlaşıyları yoktu. Bu durum oradaki aile yapısını da alt üst etti. Hatta camiler ondan sonra yapılmaya başlandı. Yalnızlaşma, baskıyla birlikte dine sarılma da başladı. Türkiye'de camiye gitmeyenler, dinle ilgisi olmayanlar, bir içgüdüyle küçükken edindikleri kültürü yeniden hatırladılar. Dini motifli anlayışlar insanlara egemen oldu. Hatta Türkiye'de gelişmeler oldu, orası geriye düştü. Kadıncağız Konya'dan gelmiş 25 yıl önce, şimdi Konya'da çok şey değişmiş ama kadın hâlâ eskide kalmış, o anlayışı sürdürüyor. Camiler ve kuran kurslarıyla birlikte, kadına baskı daha da arttı. Kadın nefes alamaz oldu. Camide hocayı dinleyen adam gelip aynen evde bunu uyguladı. Kadına dışarı çıkma yasağı, okuma yasağı vb. kondu. Dağılırız yok oluruz korkusuyla toplum tutucu gelenek ve törelere daha da sarıldı, tabii bunun acısını en çok kadınlar çekti. Yani toplum kendisini koruyabilmek için içine kapandı. Yabancılarla evlenmesin diye kızlara baskı yapıldı. Baskıcı ortam böylece gelişti. Belki çok para kazandılar ama kaybettikleri uğruna kazanılan bir şeydi bu. Kadın burada ikinci sınıf bir insan olarak yaşamaya başladı. Nereden çıkardılar bu Almanya'yı, bu el kapılarını... Sizin bu göçü yaratanlara bir diyeceğiniz var mı? Kadınlarla söyleşirken ben de bunu düşündüm hep. Keşke o el kapıları olmasaydı. Türkiye 100 milyonu besleyecek bir ülkeydi, öyle söyleniyordu ama bu sistemin elinde bu hale geldi. İnsanlarını yurtdışına anlaşmayla sattı. Bu zorunlu olarak yapılan bir göçtü. Bir insan aç kalırsa işsiz olursa istediğini bulamazsa baskı yaşarsa gider. Keşke dünya evrensel olsaydı. İnsanlar ülkelerini dünya olarak düşünselerdi. O zaman bunlar zor gelmezdi. Böyle bir göç el kapılarına oldu. Oralarda ölenler oldu, yollarda kalanlar oldu, aileler bölündü, hayatlar parçalandı, memleketlerini terk etmek zorunda kaldılar. Bunlar bir anda bir çırpıda olan şeyler değil. Ateş düştüğü yeri yakar. O yüzden de sistem suçludur, gelen ve geçmiş iktidarlar suçludur. Acı el kapılarının hesabı sorulmadı. Sorulacak elbette.


Metin Gür kimdir? 1968 yılında Almanya'ya gitti. Cam fabrikasında işçilik, yayınevlerinde danışmanlık, sendikalarda gazetecilik yaptı. 1986 yılında Almanya'da bir madende çalışan Türkleri anlatan "Benim Yabancı Yurdum" isimli kitabı çıktı. Almanya'da cezaevinde yatan Türkiyeli gençlerle ilgili araştırma yaptı ve çalışması "Neden Suçlu Oldular" adıyla yayımlandı. Almanya'da yaşayan Türkler üzerine yoğunlaşan yazarın diğer kitapları ise şunlar; "Kaçışın Öyküsü", "Zolingen Olayları", "30 Yılın İçinden", "TKP'nin Avrupa Yılları". Halen Almanya'da yaşayan yazar oraya ilk gidenlerden arasında.


Acı ve hüznün şiirleri İskender Tanrıverdi, son dönemlerde yazdığı 49 şiirini "Unutulduk Kuyu Diplerinde" isimli kitapta topladı. Tanrıverdi, "Duygularımın rehberi" dediği şiirlerini yazma, yaratma gücünü verenin acıları ve hüzünleri olduğunu söylüyor. Önsözde, şiirlerinin "efkarsız" olmamasından yakınan Tanrıverdi, "Sonraları anladım ki, yüreğim sevinç naraları atarken yeni şiirler ekleniyormuş yıpranmış defterime. Duygularımı kamçılayan, bana yazma, yaratma gücü veren acılarım, hüzünlerimmiş" diyor ve acılarına teşekkür ediyor. Tanrıverdi kitaba adını veren şiirinde, "hayat en güzel kesitini çalsa da/ güler yüzlü güneşler bekler bizi" diyerek, umutlu olduğunu da dile getiriyor.


Osmanlı'dan Türkiye'ye... Çeşitli yerleşim merkezlerinde hakimlik yaptıktan sonra Yüksek Hakimler Kurulu Müfettiş Hakimliği'nden emekli olan İrfan Bingöl'ün kaleme aldığı "Osmanlı Padişahları" adlı kitabın yeni baskısı yayınlandı. Osmanlı padişahlarının yaşam öyküleri, kişisel özellikleri, dönemlerinde yaşanan olaylar, yetenekleri ve özel yaşamlarıyla ilgili bilgilere yer verilen kitapta, Osmanlı İmparatorluğu'nun geçirdiği dönemler ve yıkılmasını hazırlayan süreç de mercek altına alınıyor. Kitap, Osmanlı İmparatorluğu'nu "ebediyen tarihe müntaki addeyleyen" Ankara Meclisi'nin 30 Ekim ile 1 ve 2 Kasım 1922 tarihli kararıyla son buluyor.

ÖNCEKİ HABER

Yazmak bir yaşama biçimidir

SONRAKİ HABER

'Büyük ödül özerklik'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa