7 Eylül 2002 21:00

Bu surlar tükenirliğin anıtı olsun!

"Şu dört yıl içinde Kayseri bambaşka bir Kayseri oldu. Evler, apartmanlar, hanlar, oteller yapıldı. Caddeler açıldı. (...) Eski Kayseri'yi tanıyamaz gibisin. (...) Bana öyle gelir ki, Kayseri'yi tüm yıksalar da yeniden kursalar, bu hava, bu Selçuklu havası Kayseri'den gitmeyecek." Böyle der Yaşar Kemal 1955'teki bir yazısında. Yaşar Kemal'in bunları demesinden bunca zaman sonra, şimdi bir de alışveriş merkezleri, cafeler, hoteller, süper-hiper marketler, "CD/PC Shop"lar ve daha neler neler yapılmış Kayseri'de. Doğru, havasında hâlâ bir Roma, bir Selçuklu, Osmanlı... Ama efil efil değil! Doğru, taşa toprağa sinmiş; ama sinip öylece kalmış; sesi yok, sözü yok... Kalenin çok görmüş, geçirmiş surları, kentin ana meydanını, çarşılarını uçtan uca dolanıyor... Yer yer, bir sokaktan ötekine sur kapılarından, ya da işte "kapı" dedikleri yıkıntılardan, gediklerden geçiyorsunuz, dolaşırken. Surlar... Yüzünde yüzyıllar öncesinin kuşatma günlerinden kalma yaralarla dolaşırken kent yüzünde, zannetmeyin yeniçerilerin o muzaffer anlarını, coşkularını anlatacak, hevesle. Ve zannetmeyin caddeler boyunca yan yana, art arda; iç içe doluşmuş, sıralanmış o camiler, hamamlar, kümbetler, medreseler ile apartmanlar, süper/hiper marketler, oteller, 'CD ve PC Shop'lar çok sevişip söyleşirler!.. Üstelik bilmezler birbirlerinin dilini. Ne böyle zorlu günler görülmüşlüğü var, ne bu kadar yalnız ve sahipsiz kalınmışlığı var, bu kent olalı beri. Bir kuşatmadır! (Post) Modern dünyanın; plazalarla, ışıltılı 'shop'lar ve marketlerle, gereksiz parıltılar ve anlamsız biçimler içindeki binalarla adı konmamış bir kuşatma. Adı konmamış; böyle daha sinsice olur. Ve kuşatma artık sona ermekte; işgale dönüşmekte...

Bugün ile dünün kaynaşması Çağdaş ile tarihsel olanın kaynaşmış ve bir arada olması bu demek değil. Korumak, yaşatmak demek, "eski"nin, kelimenin yalın ve tek anlamıyla, "yıkılmaması", ama burnunun dibine hiç ilgisi olmayan kabasaba, yüksek, beton ve bu özelliklerinden, sözümona modern yapıların dikilmesi, bir yandan da o tarihsel yapıların büsbütün işlevsizleştirilmesi demek değil ki! Estetik denilen, çevre ve kent planlaması denilen kavramlar var. "Korumak" namına mavi derinliklerden koparıp getirip, akvaryuma tıktığımız balık gibi, bu yapılara ve bunların temsil ettiği "tarih"e de, güzel bir akvaryum 'tesis etmişiz'... Balık bir süre daha yaşar da, tarih bir an dahi durabilir mi akvaryumlarda? Bu durum bir yandan da, ülkemizde sürüp giden 'tarih', 'tarih öğretimi' ve 'tarihsel mirası koruma' anlayışlarını derinine düşünmeye çağırıyor aslında.

İnsanlar ve hayatları Peki ya insanlar? Onların hayatları? Sokaklar ne söyler gezgine Kayseri'de? Çarşılar boyunca akıp giden dükkân, market, apartman sıralarını ansızın bozan bir "alakasız" güvercin meydanı, orada pinekleyen iki üç adam, güvercin yemi satıcısı, bir iki dilenci, bakışlarındaki olanca yalvarma ile size, kentin makyajından ötürü henüz görmediklerinizin işaretini verir. Cafcaflı yapı sırasının ardına dolanıp arka mahalleleri göreyim dediğinizde, uçsuz bir arazi üzerinde serpişmiş viraneler, sizi çağıran bir giz gibidir... Uzaktan, hayli ilginç-eski, viran olmuş bir yapının önündeki tezgâh dizisini, küçük kalabalığı bir semt pazarı sanıp içlerine doğru ilerlediğinizde, biraz önceki "yalvaran gözler"in bir de tehdit kuşanmış halini görürsünüz. Burası kaçak veya çalıntı eşyaların satıldığı bir yer... Sakinleri varoşlardan akıp gelen "erkek" kalabalık. Manzaranın ilginçliğine dayanamayıp onlara yönelttiğiniz objektif başınıza iş açabilir! Bakışlardan sonra, tehditler sözle de, üstelik Kürtçe, Türkçe veya Arapça olarak kulağınıza çalınmaya başladığında, artık oradan gidin! Ama düşünün, bu görüp duyduklarınız, yaşananların, olup bitenlerin, olup bitmeyenlerin yüreğine giden bir yol aslında. Burada size yönelen "tehdit", onların her birinin yaşamına, ekmeğine, yarınına her an yönelen, yüklenen tehdit ve şiddetin en yalın ve azıcık bir yansımasından başka bir şey değildir. Ve bakın, kentin yüzündeki kat kat boyalar akmıştır burada. 'Beden'i sarmalayıp saklayan allı pembeli ipeklerin sıyrıldığı ve sivilcelerin, çürüklerin, irinli yaraların belirdiği yerdir burası. Yürürsünüz... Öğle vaktinin ağır havasında zor soluyan kentin yeli, suyu, toprağı; Roma, Selçuk, Osmanlı... Değil. "Akvaryum" çatlıyor. Ve ansızın boca olan kirli suların aynasında, bahçelerinde erguvani libaslı asilzadelerin, burçlarında hilal bıyıklı yeniçerilerin dolaştığı haşmetli kalenin, kuytu kenarlarında ve surların dışladığı, ama tehdit ve hiddetle boyunduruğa aldığı izbe dışkale mahallelerinde, az öncekinin aynısı olan açlar, dilenciler, hırsızlar, dolandırıcılar, kapkaççılar, o kah yalvaran, kah tehdit eden gözlerle bakıyorlar size. Ürperiyorsunuz. Surların ağır duruşunda, bir kuşku, bir temkin... Seziyorsunuz. Kuşatma günleri... Dün mancınıklarla, humbaralarla, topla, tüfekle sarsılan gövdesi, bugün, kendini belli etmeyen, yavaş ve sessiz işleyen bir "hummanın" acısında, biçare ve yalnız. Düşünüyorsunuz; "Şanlı tarihin" alameti diye mi, bu surlar burada? Kale demek güç demek, riya demek, sömürü demek, insanın insana kulluğu demek! Madem ki burada, öyleyse bu surlar, zulmün ve riyanın, modern çağın zulüm ve riyasının kaleleri olan plazalar, shoplar, alış-veriş merkezleri ile kuşatılışının, teslim alınışının ve yok edilişinin anıtı olsun, tükenirliğin anıtı olsun! Yoluma gidecekken, dönüp son bir bakıyorum; her şeye rağmen Erciyes, insanı ufaltan bir heybet ve haşmetten uzak, sütbeyaz, şirin, sevimli, sevgili bir gülümseme olup kuruluyor ya, meydan manzarasının baş köşesine, her şeyi güzelliyor. Ve, parlak camlı, metalik renkli, yüksek binalar; otomobiller, 'podyum' zannettikleri kent yüzünde beyhude dolanıyor.

[email protected]

Evrensel'i Takip Et