4 Ağustos 2001 21:00
Marx'ın mezarı
Marx'ın mezarı
Adnan Özyalçıner
Londra'da ilk gecemizin sabahı uyandığımızda güneş vardı. Yattığımız odanın arka bahçeye bakan tek penceresinden içeri sızıyordu. Sennur da, ben de hemen mutfaktan çıkılan arka bahçeye koştuk. Tekin'in bahçesinin düzenli bölümlere ayrılmış çimenliği görünmüyordu. Bahçenin her yanını yaban otları bürümüştü. Kapıyı açıp baktığımızda güneşte ısındıklarını gördük. Pisi otları başlarını dikmiş bize bakıyor gibiydi. Sennur'la ellerimizi tutup birbirimize gülümsedik.
Tekin uyanınca, çocuklar gibi sevinerek, güneşi ona da gösterdik. Umduğumuzdan az tepki verdi. Ciddi bir tavırla bizi bugün Marx'ın mezarına götüreceğini, hemen hazırlanmamız gerektiğini söyledi.
Önce Day-Mer'e uğradık. Kısa bir hoşbeşten sonra dışarı çıktığımızda yağmur başladı. Kimse görmedi ya da bilmiyor olmalı. Önce bulutların üstünden bir uçak geçti, ardından yağmur boşandı. Sennur, Tekin'in bahçesine astığımız çamaşırları düşünüyordu. Ben, bulutların jetin hızıyla yırtılıp yırtılmadığının varsayımları içindeydim.
Hareket ettikten bir süre sonra kara bulutları arkamızda bıraktık. Yol aldığımız yön güneşliydi.
Ne çok park geçiyoruz. Ne çok yeşillik. Ne çok ağaçlık. Sisten eser kalmaması, hava kirliliğinin bitmesi bu yüzden mi?
Yeşilliklerin arasından geçtikçe güneş çakmaya başladı. Yola çıkarken Day-Mer'deki askıda her zaman asılı duran şemsiyelerden ikisini elimize tutuşturmuşlardı. Boşunaymış demek.
Londra, düzayak bir kent. Büykü tepeleri ise sayılı. Bu yüzden seyrek olarak kimi sokaklar yukarı doğru çıkıyor, kimileriyse aşağı doğru eğimli.
Biz yukarı doğru çıkanları izliyoruz. Güneşin eşliğinde. Sonunda iki yanı eski duvarlarla çevrili loş bir sokağın başında durduk. Tekin, arabayı burada bir yere park etti. Burası tepemsi bir alan. Yol, aşağı doğru iniyor. Eğimi yokuş denecek kadar çok değil. Yolun iki yanını kapatan yüksek duvarlardan filbahriler sarkıyor. Aşağı doğru ağır ağır yürürken kokusu burnumuza ulaştı. Duvarların arkasında iri ağaçlar yolun karanlığını gittikçe artırıyor.
Highgate Mezarlığı'nın yolun doğusuyla batısını kuşatan duvarları bir açıklıkta sona erdi. Güneş, yeniden göründü. Mezarlığın doğu yönü iki kanatlı demir parmaklıklı geniş bir kapıyla örtülü. Batı yönündeki kapı bir şatonun girişini andırıyor. Yüksek duvarları üstündeki heykelleriyle görkemli bir görünüşü var. Orada soyluların mezarlarının olduğunu söylediler.
Marx'ın mezarı, demir parmaklıklı kapının olduğu bölümdeymiş. Zaten parmaklığın üstüne, Marx'ın mezarının bu bölümde olduğunu belirten küçük bir uyarı lehvası iliştirilmiş. Mezarı ziyarete gelenlerden makbuz karşılığı para alıyorlar. Bu işe gözleri çukura kaçmış iki yaşlı kadın bakıyor. Mezarlığın bakıcısı, bekçisi de onlar. Bu mezarlıkta yakınları olanlar, para vermeden içeri girebiliyormuş. Tekin bize bunu sonradan söyledi. Başta deseydi Marx için amcamızın mezarını görmeye gidiyoruz diyebilir, para vermezdik.
Marx'tan yararlanarak mezarlığın bakımı için koskoca bir şirket kurmuşlar, çok gelen giden olduğundan da iyi para topluyorlar ama, mezarlığın bakımlı olduğu söylenemez. Her tarafını adam boyu otlar bürümüş. Taşların çoğu yana yatmış, duvarlar yıkık, kimi mezarlar çökmüş. Toplanan paralar, o iki kocakarının aylığı dışında nereye gidiyor belli değil.
Marx'ın mezarı giriş kapısından dümdüz inen yolun bitimindeki küçük bir alanda bulunuyor. Mezarlığın arka duvarına çok yakın bir yerde. Ailesiyle birlikte burada yatıyor. Yüksek dikdörtgen prizma biçimindeki bir kaidenin üstünde Marx'ın büstünün yer aldığı bir anıt mezar. Siyah parlak kaidenin oturtulduğu mermer tabanda, her sabah bir demet taze çiçek bulabilirsiniz. Biz geldiğimizde Çinlilerin bıraktığı küçük bir çelenk, kaidenin duvarına dayalı duruyordu. Çiçeği İngiltere'de yaşayan Çinliler getirmişti. Büstün üstüne zift dökenlere, isimlerin bulunduğu tabelayı kurşunlayanlara inat, mezar her sabah çiçeklerle yenileniyordu.
Mezarlığın öteki bölümlerine göre Marx'ın anıtmezarının bulunduğu yerin çevresi düzenliydi. Birçok Arap, İran, Irak, Mısır, Filistin gibi yoksul ülkelerin devrimci liderlerinin bakımlı mezarları vardı burada.
Sosyalizm ve emperyalizme karşı siyahların hakları için çarpışan Trinidadlı Claudia Vera Jones'in mezarı da ayak ucundaydı.
Marx'ın çevresindeki devrimcilerin mezarlarını geceleri aydınlatan gemici fenerlerine, gaz lambalarına, yakılan irili ufaklı mumlara baktıktan sonra içimiz rahat, devrim düşüncesi yaşatıldığına göre devrimlerin yaşayacağına, burada gördümüz ayrı ayrı uluslardan olan devrimcilerin de yol göstericiliğine inanarak dönüş yolunu tuttuk. Güneş ısıtmaya başlamıştı. Rüzgâr da esince çiçek kokuları bütün mezarlığı sardı.
Yolu yarıladığımızda içi öteberilerle tepeleme dolu bir el arabasını iterek yaklaşan mezarlık bakıcısı o yaşlı kadınlardan biriyle karşılaştık. Yarım yamalak selamlaştık. "Gördünüz de ne oldu?" der gibiydi.
Biz, tam arabasını ağır ağır süren kadını geçmek üzereyken arkamızdan bir delikanlıyla bir genç kız seğirterek onun yanına yaklaştı. Belli ki, bizim gibi Marx'ın mezarını dolaşmaktan geliyorlardı. Yalnız yüzlerine bir hoşnutsuzluk vardı. Kadını durdurup doğrudan doğruya Marx'ın gerçek mezarının yerini sordular:
- Biz aradık ama bulamadık, siz gösterebilir misiniz?
Tekin şaşkına dönmüştü. Olduğu yerde çakılıp kaldı. Bizi de durdurdu. Durumu kısaca açıkladı. Biz de şaşkınlıktan donup kaldık.
Kadın, hiç istifini bozmadan delikanlıya döndü:
- Şu arabayı yukarı götürürsen gösteririm.
Delikanlı, arabanın sapına yapışıp hızla mezarlığın başına yöneldi. Yaşlı kadınla genç kız, bir de biz, onlarla ilgilenmiyormuş gibi yaparak, delikanlının dönmesini bekledik.
Delikanlı dönünce, kadın, bunları peşine taktı. Biz de arkalarından adım adım izlemeye başladık.
Geldiğimiz yoldan geriye döndük. Marx'ın anıtmezarının köşesinden kıvrılıp 50-100 metre kadar dümdüz aşağı yürüdük.
Biz çevremize bakınırken, onlar, yüksek ağaçların gökyüzünü örttüğü bir ormanlığa sapıp adam boyu otların arasında yok oldular.
Birbirine karışmış yaban otlarını aralayarak eski mezarlara giden ara yolu bulduk. Onları da orada gördük. Yolun 10-15 metre ilerisinde kadın, birden durdu. Delikanlıyla genç kıza otların arasında bir yeri gösterdi. Eğilip bakmalarını işaret etti. Ardından çabucak uzaklaştı.
Kadın, gözden yiter yitmez, çöken yerleri tahtalarla örtülmüş, bastıkça esneyen, dökülen yapraklarla ıslak toprağın çürüttüğü bu ara yoldan, herhangi bir çukura düşmeden mezara ulaştık.
Ara yolun sağındaydı mezar. Toprağın üstünü dikdörtgen biçiminde yazılı bir taşla kapatmışlardı. Marx'ın ve ailesinin gömüldüğü ilk yerdi bu toprak altı. Çevre, otların arasındaki eski mezarlarıyla bir taş ormanını andırıyordu. Her şey kaskatı ve sessizdi burada. Her şey yokluğa bırakılmış gibiydi.
Marx'ın mezarı, yeni yerine 14 Mart 1956'da taşınmıştı. Bu bilgi de ötekiler gibi o taşın üzerinde kazılıydı.
Üçümüz de bir tuhaf olduk. Marx'ın gerçek mezarı hangisiydi? Uzun sürmedi bu durgunluğumuz.
- Marx'ın asıl mezarı, yoksul halkın gönlünde değil midir? derken birbirimize gülümsüyorduk.
Mezarlığın kapısından çıkarken güneş de, rüzgâr da, her yana dağılan çiçek kokuları da arkamızı bırakmıyordu.
Evrensel'i Takip Et