15 Şubat 2015 03:51

Bir çelik parıltısı lazım!

İnce Memed öldürülecek, onun yerine Ali Memed gelecek, o da öldürülecek onun yerine Hasan Memed gelecek. O da öldürülünce Veli Memed gelecek… O da, o da, o da… Sen ne sanıyorsun oğlum Memed, İnce Memedler bitecek mi sanıyorsun?

Paylaş

Müge TUZCUOĞLU

Çelik parıltısı hikayesini bilir misiniz? Bence bilirsiniz. Ya tanığı, ya kahramanı, ya dinleyeni olmuşsunuzdur mutlaka! Olayın öncesi yerleşir gözüne, sonra kaybolur ve bu sefer dinleyenin gözüne yerleşir. Dinleyen artık bilir, böyle bir şeyin varlığını ve o olmadan yaşayamaz. İliklerine, zihninin derinliklerine yerleşir.
Rıza işte böyle bir çocuktur. Antep’in topraksızlık köylerinde yaşardı. Anası da kendisi de o topraksızlıktan payını almıştı. Hem bedenine hem de ruhuna bu topraksızlık yerleşmişti. İnsanın, bu kadar sahipsizlik ve ızdırabı barındırmasına rağmen bu topraklara bağlılığı bir tek sevgi ile açıklanabilirdi. Anası da aslında analığıydı ama işte anası olsa bu kadar severdi. Aynı toprağı gibi!
Fıstık kırardı anası. Çıt çıt da çıt çıt! Tüm köyün kadınları, tarlalardaki tüm fıstıkları kırsa da, ağanın da, ustabaşının da, aracının da kinini, para hırsını kıramazlardı. Taa ki, o pis gülüşlü adam anasına sarkana, paralarına el koyana, evlerini satılığa çıkartana kadar. İşte Rıza, o zaman anasının fıstıkları kırdığı çekici alıp ince ellerine, o gülüşü pisleten ağza doğru koştu.
Bir Rıza daha vardır Antep’te. Antep’in, yoksul varoşlarında yaşardı. Antepli’yim der ama aslen hiç görmediği ve yakıldığı için de bir daha asla göremeyeceği yerlerden birinden gelmişti. Okulla arası pek yoktu, aynı dünyaların, aynı dillerin insanları değildiler. O da kaçar kaçar, bir kasabın yanında çalışırdı. Hoşuna gider işkembelerle, bağırsaklarla, midelerle uğraşmak. Ancak bir hayvanı asla kesemezdi.
Anası Kürt’tür. Kürtçe konuşur, Kürtçe anlatır, Kürtçe ağlar, Kürtçe yaşardı. Rıza öldürülen dayısının adıdır da o yüzden anası ona Rıza diyemez, ikinci ismi Azad’ı kullanırdı. Annesini taşırdı sürekli hapishaneye, ağabeyine. İşte günlerden bir gün, derdi ekmek olan Rıza, yine derdi kavgası olan ağabeyinin yanına gider. Sürülmüştür ağabeyi Ankara’daki uzak bir hapse. Kapıda sorarlar ismini, anlamaz annesi, Rıza atılır, adam kızar, kendi dili yok mu diye, Rıza yine konuşturmaz anasını, adam yine kızar, tutar kadıncağızın ağzını açar, bak dili var kendi konuşsun, Rıza’nın gözünde ben diyeyim iğne ucu kadar, sen de çelik parıltısı, yanar...
Bir Rıza daha vardır. Kuşaklardır bu köyde yaşamaktadır. O kadar yerleşiktirler ki, çevrelerindeki her şeyin adı, her şeyin sahibi, her şeyin anlamı değişmiş ama onlar hala aynıdır. Bu farklılıkları ile aslında bir o kadar da göçebedirler ki, yüzyıllarca nereden nereye göç ettikleri hala dilden dile dolaşır.
Köyler artık şehrin dibine mi yaklaşmış, yoksa şehir o kadar büyümüş de köy içinde mi kalmış bilinmez; ama Antep’in sanayisi yanlarına, kara dumanları evlerinin üzerine kadar ulaşmıştı. Artık toprak da fayda vermeyince, çocuklar, gençler, ağabeyler, babalar hep sanayiye yönelmişti.
Rıza’nın anası Aleviydi. O yüzden Rıza’nın ilk ismini kullanmayı pek sever, Ali’m de Ali’m derdi. Rıza, atölyede çalışan en küçük değilmiş, en uzaktan gelen de değilmiş, en tembeli, en hilebazı, en korkağı da değilmiş ama yine de hep o hor görülür, o dayak yer, o gözden çıkarılırdı. Buranın mayası böyle der, eve gidecek ekmeğin hamurunu düşünürdü. Bir gün, bu düşündüklerinin hepsi değişmiş. Küçük atölyedeki, küçük kasanın içindeki, ustanın dediğine göre büyük paralar çalındı. Herkes Rıza’yı suçlamıştı. Rıza ne kadar kabul etmese de boş! İçlerindeki tek suçlu o! İsmi farklıymış! Bilmem ne dölü, bilmem ne zaten niye işe aldık, bilmem hangi piçin işidir lafları da değil de; yıllar yılı o sanayi atölyelerindeki tak tak seslerini çıkartan çelikler, parıltısıyla işledi Ali’den kalma bir ışıltıyla Rıza’nın gözlerine…
Rıza işte bu zamandan sonra, topraksız köyündeki o parıltıdan sonra, isminin, dilinin, yaşamının, farkının farkına vardıktan sonra başlar sormaya. Analığı alır onu karşısına. Bir kadının, binlerce yıllık bilgeliğine sığınarak, bir ananın binlerce yıllık doğurgan tarihine kavuşarak, bir kadının binlerce çelişkinin ayırdına vararak anlatır da anlatır. Analığı anlattıkça, Rıza’nın gözlerindeki o iğne ucu kadarki çelik parıltısı genişler. Kimi zaman gözyaşına, kimi zaman gülümsemeye dönüşür. Anlattığı, babasına anlatılan hikayenin tıpkısıdır. Zaten analığı oğluna, o hikayeyi anlatır. Şöyledir hikaye:
“İnce Memed öldürülecek, onun yerine Ali Memed gelecek, o da öldürülecek onun yerine Hasan Memed gelecek. O da öldürülünce Veli Memed gelecek… O da, o da, o da… Sen ne sanıyorsun oğlum Memed, İnce Memedler bitecek mi sanıyorsun? Her insanın içinde bir mecbur kurdu, bir İnce Memedlik, bir Köroğluluk kurdu var, Köroğlu gitti İnce Memed geldi. İnsanoğlunun içinde bu kurt oldukça insanoğlu ne olursa olsun yenilmeyecek. Sen insanoğlunun içindeki kurtsun, ne olursan ol, nereye gidersen git. İşte insanoğlunun içindeki bu kurt yiterse, insanlık da işte o zaman insanlıktan çıkar. İnsanoğlu içindeki bu kurdunu yitirmeyecek; ona kıyamete kadar gözü gibi, yüreği gibi bakacak. O kurt insanoğlunun şahdamarı, atan yüreğidir. Senin içindeki kurt da, işte insanlığın bu kurdudur.”
(İnce Memed 3. Clt. S. 380)
O zaman Rıza anlamıştır ki, ismi, bir kadının ağalarca el konulan çocuğunun adıdır. O kadın analığı Iraz’dır. Analığı, kendisini Torosların dibindeki bir mağarada babasından devralmıştır. Anası onu o mağarada bir çatışmada doğurup can vermiştir. Anasının adı Hatçe’dir. Dikenlidüzü üzerindeki Abdi Ağa’nın el koyduğu beş köyden biri olan Değirmenoluk köyündendir. İnce Memed’e sevdalıdır Hatçe. İnce Memed, yani babası bir ince, cılız, çocuksu, ufak tefek biridir. Ama zaten önemli olan yüreğidir. İnce Memed, yani babası baş kaldırdıkça köylüler de ayağa kalkar.
Bir çelik parıltısı lazımdır bazen.
Belki de bugün en çok lazımdır, yanı başımızda savaşlar, yanı başımızda ölü çocuklar, yanı başımızda sömürülen milyonlarca insan, yanı başımızda hor görülen binlerce halk, dil, din varken…
Ne sıska oluşumuz, ne güçsüz oluşumuz, ne tek başımıza olmamız, ne yoksul oluşumuz değiştirmez bu gerçeği. O parıltı olduğu müddetçe; en asili, en dürüstü, en onurlusu olacağız en azından!
İşte bunun için bir çelik parıltısı lazımdır bazen.
Belki de bugün bu çelik parıltısı gülüşü; hayalden gerçekliğe dönüştürdüğü için İnce Memed’i yaratana sunmak lazım. Yaşar Kemal’e yani! Parıltıların da şifaların da en temizi onun olsun! Onun olsun da, bizim de yüreğimize su serpilsin. İnce Memed’lerin yerine mutlaka yenileri, Rıza’ları gelecek ama bir Yaşar Kemal daha gelemeyecek.
Hayde yak gözlerinde çelik parıltısını!

ÖNCEKİ HABER

Ölüm koridorunda mülteciler...

SONRAKİ HABER

Nereye kadar Podemos?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...