05 Eylül 2018 23:19

Şiir ve dilde gelişme

Şiir ve dilde gelişme

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Wittgenstein, “Dilinin sınırları, dünyanın sınırlarıdır.” diyor. Bu sınırların içinde sadece şairin ruhu değil, şiirin tüm anlam aurası, dilsel çerçeve korunur çünkü dünyanın her yerinde şiir, ortak bir dil-anlam havuzundan beslenir. Şiirin temalarının insan ruhunun derinliğinde aşağı yukarı aynı zenginlikte buluşması, şairlerin yalnızca dillerini değil, ruhlarını da birbirine bağlar.

Aşk, yalnızlık, ölüm, ayrılık, barış, özgürlük ya da insana ilişkin herhangi bir temayı kendi dilince işleyen şairler, bu temaları genişletirken öte yandan da insan ruhunu derinleştirir. Bu genişleme, insanın ruh evreninin de gelişmesidir. Bu anlamda şairler, birer dil yapıcısı-kazıcısı olarak şiir dilini geliştirdikleri gibi, gündelik dile de sözcükler verirler. Örneğin düz anlamda Melih Cevdet Anday’ın Türkçeye kazandırdığı “sözcük” ve “biçem(üslup)” sözcükleri dilin gelişip zenginleşmesinde şairin rolünü gösterir.

Şair, sözcükleri  benzetmelerle, imgeyle çoğaltarak sözcüklere estetik bir tat da katar. Örneğin “Kimi bir sözcükten yola çıkarım / aç kalmış güzel  bir kurttur o.” der yine Anday ya da “Sözcükler de bir damardır / kan akar içlerinden” der Yannis Ritsos. Bu şiirsel tat, gündelik dilin daha işlek, kıvrak ve çeşitli olmasını da sağlar. Bu farklılık, kimi zaman şiirde sözcüksel sapmalarla oluşur. Cemal Süreya’nın “Gözleri göz değil, gözistan” dizesinde olduğu gibi. Gözün bir ülke çağrışımıyla verilmesi, alışveriş dilini geliştirmez elbette ama bu dizeden alınacak tat ve derinlik, sözlerimizin daha etkili kullanılmasını sağlayabilir.  Bu etkiyi ve ilişkiyi İlhan Berk, şöyle gösteriyor:

“...Yüz bir anlamdır. Her şeyden önce bir anlam olarak vardır ancak öyle görürüz onu (...) Anlam, nesnelerin varoluşlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Hem nesneler ‘herhangi bir şey’ olmaktan ancak böyle kurtulurlar. ‘Kendi’ olurlar. Bütün varlıklar gibi nesneler de bunun bilinmesini isterler. ( Her ne kadar bir anlamları olduğunu bizim bilip bilmememiz umurlarında bile değilse de! ) Haklılardır da bunda. Bir adı olmak diyebiliriz buna. Bir adı, yani bir anlamı, anlayacağınız. Anlamın bir ada gereksinimi vardır hep; adın da bir anlama. Bu yalnız canlı varlıklar için değil, sessiz dünyanın öbür kulları olan şeyler için de söz konusudur. Bir sandalyeye, bir çiviye, bir tabağa, bir bardağa bakarken de anlam yakamızı bırakmaz, onların da bir anlamı vardır çünkü. Bunun için de onları okumak yeter.”

Şiir de bir “okuma”, “görme” bilgisidir. Şairin niyeti de eylemi de bu bilgide doğar.  Şiiri yazan dille, yemek tarifini yapan dil aynıdır ancak şiiri yemek tarifinden ayıran bu yaratma edimi, bu estetik farklılaşmadır.

Şairler, ruh evrenlerinde, dillerinde gezdirdikleri sözcüklerin kendilerinde uzun yaşayacaklarını bilirler. Sözcüklerin şiirde yaşam bulmasında bu aranır. Dili geliştirdiklerinin dolayısıyla da toplumu dönüştürdüklerinin ayırdındadır şairler. Yoksa niye yazılsın ki şiir? Gılgamış’ın aradığı ölümsüzlük değil, sonsuzluktu. Şairler de buldukları sözcüklerle, şiirleriyle ararlar sonsuzluğu. Şiiri ararlar, sonsuzluğu bulurlar . Buldukları kendi sonsuzlukları değil, sözün uçsuz bucaksızlığıdır belki de. Topluma bırakırlar bu sınırsızlığı. Toplumu özgürleştirmek, en azından toplumun dilini özgürleştirmek için gereklidir bu eylem. Toplumu geliştirmek için öncü olurlar.

Yevtuşenko’nun deyişiyle “Şairin görevi, ormanları düzene sokmaktır.” Bu düzen arayışı, dilin toplumda, toplumsal yapıda farklı katmanlar oluşturmasıyla belirginleşir. Dili zenginleştiren şair, insan ruhunu da zenginleştirir böylece. Yoksa şairin görevi somut bir devrimi hazırlamak değildir ama her şiir, dilde bir devrimdir hiç değilse o şair ve zamanı için. O dil, yeryüzünden silinse de kalacak olan, o şiir ve şiiri yazdıran zamanın ruhudur.

Platon şairleri Devlet’inden kovsa da zamanın ve mekanın ruhunu dünden bugüne taşıyan şairlerin boş işler yaptığını kim söyleyebilir ki? İlhan Berk’in Pera’sı, Galata’sı, James Joyce’un Ulysses’i, Dublinlileri olmasaydı Pera, Galata ve Dublin sadece birer  mekan olarak yaşayacaktı belleklerimizde ancak bu mekanlar, yazıldıktan sonra başka bir kimlik edindiler.

Yalnız şiirde değil, diğer sanat alanlarında da aranır bu soyutlama. Bunun için “Ressamlar, Thames Nehri’ni sisli gösterdiği günden beri Thames üzerinde sis vardır.” diyordu Oscar Wilde.  Gözümüzü ve ruhumuzu besleyen, insanı kendi dışına taşıyan bu soyutlamalardır.

Ruh genişledikçe yeryüzü daha erinçli, insan daha özgür duyumsar kendini. Sanatın, özelde de şiirin devrimciliği burada başlar.  Yeryüzünün bütün şairleri, Wittgenstein’in çizdiği dil sınırları içinde insan ruhu denen tek taş ocağını kazarlar: Oradan çıkacak cevher de insanlığın gelişimi için işlenir. Her şairin bulduğu taş farklıdır elbet ancak bu farklılıklarla, bu farklı renklerdeki taşlarla kurulan bina, insan, dilini özgürce kullansın, tüm insanlık için genişletsin diyedir.

Bunun için şiir var, bunun için yaşamlarını o aç kalmış güzel kurtların önüne atıyor şairler.

*25-30 Ağustos, 3. Uluslararası Gülnar Bilim ve Kültür Etkinlikleri, Sempozyum Bildirisi

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...