10 Temmuz 2014 00:32

2 Temmuz 1619

2 Temmuz 1619

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Uzak tanışma anları, soluk renkler, uçucu kokular gibidir. Zamanla hayal meyal, kırık dökük bir iki görüntü, birkaç hüzünlü söz kalır bellekte. Ne olmuştur, neler konuşulmuştur pek önemi olmaz da tanıştığınız kişiyle kurduğunuz dostluğun serinliği sarıverir içinizi andıkça, anımsadıkça. Dostluk sürdükçe o tazelik de büyür gider.
Asım Bezirci’yi de böyle tanıdım, dostluğumuz da daha doğrusu ağabey kardeş yakınlığımız da böyle sürdü gitti. Nereye kadar? Yirmi bir yıl öncesinin o kanlı yangınına kadar. Hani Behçet Aysan kardeşi de o yangında kalmadan çok önce “Sen bu şiiri okurken ben belki başka bir şehirde ölürüm.” demişti de sözünde durmuştu ya, öyle işte. Öncesinde de “Gidiyorum bu şehri bu yağmuru / bu düşleri / bu aşkı bu kavgayı bu kederi / size bırakarak.” demişti ve gitti. Siz bu yazıyı okumadan yüzyıllar önce bir Orta Çağ yangınında yaktılar Bezirci’yi de Behçet’i de.
Asım ağabeyi, 2 Temmuz’da Zincirlikuyu serviliğinde yeniden gördüm. Sevgili yol arkadaşı Refika Hanım ve dostlarıyla oradaydık. Hoş beş ettik. İyiymiş. Ama Refika Hanım, “Asım, bugünleri görseydi kahrından ölürdü.”  dedi. Haklıydı. Bezirci’nin tuz ekmek arkadaşı “Sınıf”ın Şairi Rıfat Ilgaz da yangından beş gün sonra Asım’ın ölümüne dayanamıyorum diyerek kahrından ölmedi mi? “Elim birine değsin / Isıtayım üşüdüyse / Boşa gitmesin sıcaklığım.” demişti son şiirinde. Şimdi  yan yana uyuyorlar o serinlikte. Kim bilir neler neler konuşuyorlar! Onları çok özlüyoruz.
Behçet’i tanımadım. O kırık bir Girit mandolini gibi hüzünlü şiiriyse hep başucumdaydı. Yangından bir iki yıl sonraydı. Kadıköy’de Gençlik Kitabevi de bir yangınla sarsılmıştı.  Yangında zarar görmüş kitapları irice bir sepete atıvermişlerdi. Behçet’in “Düello”su da o sepette sırtı yanık, yaprakları isle kararmış beni bekliyordu. Kitabı aldım, “Deniz Feneri”nin, “Eylül”ün, “Karşı Gece”nin, “Sesler ve Küller”in yanına koydum. Behçet’le de yeniden böyle kesişti yollarımız.
Metin Altıok’u da şiirleriyle tanıyordum. Onunla yollarımız kesişmedi hiç. Behçet gibi, Uğur Kaynar gibi Ankara’daydı. Olmadı. Varlık’taki “Hesap İşi” şiirleri okuyordum. Usta bir şairin çekülü düzgün, şirazesi sağlam şiirleriydi. Ne diyordu o şiirlerin birinde, “Uyumsuz Rastlaşma”da. “Yangınlardan geliyorum dedi adam / Yangınlara gitti yanık / Depremlerden geliyorum dedi kadın/ Depremlere gitti yıkık.”
Metin de sözünde durdu. Yangınlara gitti. Ölmek için Sivas’ı seçti. Altıok Metin ölüm seçermiş. Nasıl öleceğini yazardı şiirlerinde. Bildi de. Bazen bir mağaraya girip yalnızlıktan ölmek, bazen de bir pars gibi onurlu çekip gitmek…Bunun için şöyle diyordu “Küçük Tragedyalar”da Ernest Hemingway’dan önsöz yaptığı alıntıyla: “Kilimanjaro 6500 metre yükseklikte karlı bir dağdır.Tepeye yakın bir yerde kurumuş ve donmuş bir pars iskeleti vardır. Bu kadar yüksek bir yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor.” Bu kitabın ara başlıklarının biri “Yalnızlık”, biri “Bir Gün Ölürüm” Metin öldü. O pars gibi yapayalnız, başka bir şehirde. Ölmeye gitti.
Ankaralı şair kardeşi Uğur Kaynar’ın otelin merdivenlerinde peçeteye iliştirdiği, ölümünden sonra çantasından çıkan son şiiri gibi. “Öldüğümde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böyle yeniyorum.” Uğur Sivaslı’ydı. Hasret dindi. Halkı yaktı onu. Kurduğu güzelim “Elyazısı Yayınevi” kitapları yetim kaldı. Şimdi o kitaplarda şairlerin ıpıssız parmak izleri geziniyor yalnızca.
Bezirci’yle başladık. Son söz yine Bezirci’nin olsun. “Edebiyatın Kırk Ayaklı Karıncası”, 1958 yılında yazdığı bir yazının girişinde dünü de görmüş bugünü de: “Vanini adını duydunuz mu hiç? Duyanlarınız vardır belki. Gerçi öyle büyük bir kişi değildir. Ünü sanı da yoktur. Ama başından geçenler oldukça ilgi çekicidir. Okuyan, araştıran, düşünen bir keşişti Vanini. Dürüst, dini bütün bir Hıristiyan’dı. Eflatuncu düşüncelerle bezediği inançlarını yaymak için sık sık yolculuğa çıkar, ateşli tartışmalar yapardı. Doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Bu yüzden de birçok sözde dindarın canını sıkmıştı. Bir gün böylesi dindarlardan biriyle, dar kafalı Francon ile tartışmak bahtsızlığına uğradı. Bilisiz Franconi, hemen kendisini tanrıtanımazlıkla suçladı. Vanini’ye diş bileyen birtakım din adamları da işe karıştı. Olay büyüdükçe büyüdü. Karalamalar arttıkça arttı. Sonunda zavallı Vanini, 1619’da dinsizlik suçundan diri diri yakıldı.”
1619-1993. Neredeyse dört yüzyıl. Vanini ve Bezirci. Ne kadar da benziyorlar birbirlerine! Değişen ne? Vanini’yi, Bruno’yu yakan ateşle, Bezirci’yi, Aysan’ı, Altıok’u, Kaynar’ı yakan ateş aynı. Yakanlar mı? Onlar da aynı. Vanini’yi yakanlar kilisedeydi, Bezirci’yi yakanlar mecliste. Yangın da sürüyor, Yeni Orta Çağ da…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...