27 Şubat 2013 11:13

Yaşasın kötülük!

Yaşasın kötülük!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Yağmur yağıyordu. Taş binanın çatısındaki güvercinler ve kırlangıçlar, silah seslerinden önce uçmuştu. Bir daha dönmemek üzere… İçeridekiler, kırlangıçlardan tez canlıydı ama kıstırılıp kalmışlardı bu odada. Sokak, gündelik giysileri içindeydi. Onlarsa her günkü alışveriş dilleriyle konuşuyorlardı. Sıradan bir gündü işte! Geliyorlar, öldürüyorlar ya da her yeri darmadağın ediyorlar, sonra da kapıyı çarpıp çıkıyorlardı. Tadı tuzu kalmamıştı hiçbir şeyin.
Hep çatışma bekliyorlardı, biraz sarsıntı, kanlarını soğutacak birazcık korku… Kahramanlıklarını kutsayacak bir karşı duruş, onları daha da kıvançlı kılacaktı. Ama olmuyordu, ne yapsalar olmuyordu. Kıyımlardan sonra balkonlara asılan bayraklar, “yaşasınlar” ve “kahrolsunlar” arasında damarlarına yayılacak birkaç dakikacık o kanlı haz, önemli bir simge, önemli bir güçtü onlar için…
Çocuklarının yüzlerine eğildiklerinde bu taze kan kokusu, gövdelerine yabancı olsa da kendilerine taptıkları bu geçit törenleri onları çılgına çeviriyordu. Hiçbir acıma, hiçbir duyarlık ruhlarını sarsmıyordu. Kirlerinden arındıracak, oyalanıp tenlerine, ruhlarına sinmiş o kan kokusundan kurtulabilecekleri yollar buluyorlardı. Bulamasalar da bu paslı tuz, sası bataklık kokusundan pek de tedirgin değildiler.
Hastalıklı çocuklukları, aşktan, arkadaşlıktan yoksun gençlikleri bu acımasız ruhu getirip bırakıvermişti içlerine. Sonsuz bir öç duygusu, kime ve niçin yöneleceğini kendilerinin bile kestiremedikleri mutlak bir şiddet arzusu, kötü geçen ya da başkalarının armağanı geçmişleriyle bir hesaplaşmaydı belki de. Güvensiz ve ıpıssız geçen o uzak yıllardan gizli gizli öç alıyorlardı. Öldürdükleri kendi geçmişleriydi.
Başkalarının barış ve onurlu bir yeryüzü isteği onları çileden çıkarıyordu. Her şeyin sorumlusu, yeryüzüne aşkla bağlanan bu insanlardı. Onlar, kendi köleliklerini, tutsaklıklarını yüzlerine vuruyorlardı. Som ıssızlık, hançerli yıldızlar, uykusunda avuçları terleyen bebek, taşın olgun gölgesi, rüzgarın yüzyıllık şarkısı, ateşin suya söylediği… Hiçbir şey düşündürmüyordu onlara. Gece yarısı evlerinin kapıları çalındığında çocuklarına açtırıyorlardı. Korkuları tekil, cesaretleri sahte, ikiyüzlü ve çoğuldu. Yalnız kaldıklarında ağızlarını açamıyorlar, siniyorlar, güce tapıyorlardı. Yan yana geldiklerindeyse üzerlerine sinen o sahte cesaretle canavarlaşıyorlardı.
Sözcüklerinin içi kan doluydu. Aşkla ayrılık, erinçle keder, umutla emek, erdemle özgürlük yalnızca birer sözcüktü onlar için. Anlamları yoktu. Önce duygularını kurşuna dizmişlerdi sonra da her şeyi. Ölüm, onların emir eriydi. Her şey de heyecanını yitiriyordu yavaş yavaş. Başka bir şey yapmalıydılar. Ölümden daha sinsi, bulaşıcı bir şey…  Kimse kimsenin yarasına eğilmemeliydi. Bu yabancılık, ölümden de kötüydü. İnsanı insana kırdırmak, halkları halklara kırdırmak işlerini daha kolay kılabilirdi. Böylece ruhlarına yapışan kan lekesi biraz daha açılabilirdi. O zaman ölüm herkesin olurdu. Eşitlik de buydu işte!
Toplu öldürmeleri, yakıp yıkmaları da aynı hazla örülmüştü. Otellere insanları kapatıyorlar, ateşe veriyorlardı. Ülkenin sokakları da onlarındı. Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta, Sinop’ta, Samsun’da, Hatay’da bağırıp çağırıyorlar, kötülüğü bir rozet gibi iliştiriyorlardı yakalarına..
İyilikte eşitlenmeyen toplum, onlar için kötülükle eşitlenebilirdi ancak. Tek gerçek kötülüktü.  Çünkü erdem ışıdıkça kendi çaresizlikleri, yoksunlukları daha da gün ışığına çıkıyordu. Onlara kötülüğün, ölümün, öldürmenin kutsal olduğu öğretilmişti. İyiliğin güneşiyle ısınmak, iyiliğin önünde diz çökmek istemiyorlardı.  
Bunun için saldırıyorlar, bunun için öldürüyorlardı.

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa