20 Temmuz 2014 08:58

Doğru olanı her zaman bir deli yapar

Doğru olanı çoğu zaman bir deli yapar. Öyle olduğunu çekinmeden iddia edebiliriz. Zira, onun aklı bir gün mutlaka zaman aşımına uğrayacak ve iş işten geçtikten sonra yargılanıp hataları telafi edilmeye çalışılacak devletin aklıyla aynı akıbeti asla paylaşmayacaktır.

Doğru olanı her zaman bir deli yapar
Paylaş

Hakan ERDOĞAN

Doğru olanı çoğu zaman bir deli yapar. Öyle olduğunu çekinmeden iddia edebiliriz. Zira, onun aklı bir gün mutlaka zaman aşımına uğrayacak ve iş işten geçtikten sonra yargılanıp hataları telafi edilmeye çalışılacak devletin aklıyla aynı akıbeti asla paylaşmayacaktır. Kuşkuya yer bırakmadan suçlansa da gerekeni yapacak ve ortaya zor bir soru atacak, işlevini tamamladıktan sonra yitip gidecektir; gözlerden uzak bir yerde itinayla yitirilecektir. Yakın ve uzak tarihimiz bu “meczuplar” ve onların geride bıraktıkları ıstırap içindeki insanlarla dolu. Deliydi, garipti, uyumsuzdu diye kerameti kendinden menkul bir iyi niyetle anlamaya çalıştığımız insanların hepsi Ali Uçkun gibi birer birer gittiler. Kendi hüzünlerini ölümlerine taşıyarak hapishanelerde, sokak köşelerinde, ıssız arazilerde yok edildiler.
Düşünmenin, gerçekliğe biat etmenin devleti nasıl inşa ettiğini ve geri dönüp canımızı yaktığını defalarca tecrübe ettik. İşin kötüsü; “düşünmek”, “mantıklı olmak” bizi iktidarın etki alanına çekti ve amansız bir despotizmin kaynadığı sularda yıkanmadan edemedik. Oysa düşünmek, dikte edildiği sürece düşünmek değildir. Düşünmek karşı çıkmayı, çatışmayı mutlaka içinde barındırması gereken ve aslında akılcılık kisvesi içine sığınıp hemen hiç yapmadığımız bir eylemdir. Düşünmek, bize ezberletilen lafları tekrarlamanın ötesinde hayallerin, duyguların ve tüm bedenin katılımıyla kendimizi yeni bir oluşa sürüklediğimiz olağandışı bir deneyimdir. Ali Uçkun, kafasından geçenleri tam olarak bilemeyeceğimiz şekilde ama otoriteye yöneltilmiş olası bir isyan duygusuyla direğe tırmanıp Türk bayrağını indirmeye yeltendi. En çok sevdiklerimize, analarımıza, babalarımıza bile kızıp bağırabilirken öfke duyulamayacak, kötü söz söylenemeyecek bir nesneye el uzattı! Takipçisi olan günlerde ise bir çamaşır ipi ile kendi bedeninin ölümcül bir göndere çekildiğini haber aldık.  
Benzer hadiseler nedeniyle mütemadiyen aklımıza takılan ancak artık cevap aramaktan usandığımız nice sorudan biri olan yüksek güvenlikli bir koğuşta böyle bir olayın nasıl olabileceği konusu şimdilik cebimizde kalsın. Burada söz konusu ettiğimiz mesele hızla süren insan kıyımının bir yandan kenarında görünen ama kökenine kadar uzanan bir ortak aklın, kabul görmüş sorunlu bir mantığın doğru-yanlış, iyi-kötü ayrımlarını yaparken ve normları suç ekseninde dizerek bizleri nasıl bir düşünce evrenine hapsettiğidir. Ali Uçkun öldükten sonra şizofren olduğu bilgisi şaibeli intiharının etrafında dönen tartışmayı kendi rengine boyadı. Aynen “kırmızı fularlı kızın” dağa çıkmasına sebep olan davanın, kendi eyleminin neticesini yeniden sürdürdüğü soruşturmanın delili haline getirmesi gibi. Bunu Kafka bile yapamazdı. Bu zamansal döngüselliği Einstein bile kuramazdı. Peki ne oldu? “Şizofreni” dedikleri, ortadaki provokasyonları ve ölümü geride bırakarak tüm yaşananların eyleyicisi oluverdi. Bizim sandığımız kadar derinleşemeyen, yaptıkları sürekli ayyuka çıkan, pek yüzeysel kalan devletimizin ustalıkla yaptığı suç işlemekten ziyade bu işte! Hakim zihniyetin karşısında konumlanmış olanları bile zihinleri kendi paradigmasına kapatıp iğdiş etmesi.
Kendi ailesine, hükümetine, sivil toplum kuruluşlarına, medyasına, birleşmiş milletlere, toplum vicdanına güvenemeyen insanlar olarak, mahkeme köşelerinde tuhaf kararlarla çaresiz kalan, televizyonunun, gazetesinin amansız iftiralarıyla mütemadiyen yoğun bir linçin altında ezilerek, anlaşılmayan ama ne kadar anlatsa, ne denli yüksek sesle bağırsa sesi duyulmayan bizler, onlar ve siz (!) çaresizliğin verdiği o ölçülemez kudretle bize dayatılanlara saldırmayı hiç düşünmedik mi? Bankalara, reklam panolarına, mağaza vitrinlerine taş atmayı, son model gıcır gıcır arabaların lastiklerini patlatmayı, kaportalarını çizmeyi hayal etmez miyiz bazen? Eğer öyle değilse bu yazıdaki sözler de bir delinin zırvaları gibi görünecektir size. “İşte!” diyeceksinizdir rahat koltuklarınızın üstünde otururken, “ilerleme istemiyor bunlar, büyüme istemiyorlar”. Evet istemiyoruz, buna şüphe yok, bizim canlarımız, terlerimiz üzerine temel attığınız, kazdığınız, ölülerimizin yollarına döşediğiniz tek tuğlayı bile istemiyoruz. 300’ü aşkın can buna şahittir, 34 can buna şahittir. her gün dualarımızda buluştuğumuz tüm kayıplarımız biliyor ne hissettiğimizi. Peki, Ali Uçkun bizim ondan farklı olarak canımızdan çok sevdiğimiz, uğruna ölüme gideceğimiz bayrağımıza karşı başka duygular beslemiş olamaz mı? Kendisine kızan, yakınındakilere sert tavırlar gösteren kolluk kuvvetlerinin simgesini bir tahakküm nesnesi, insanların üzerine savrulan despotik bir makine olarak görmüşse öncelikle bunun anlaşılması gerekmez mi?
Lakin, gördük ki herkes aynı fikirde. Sosyal medyada, ekşi sözlükte, sohbet odalarında hep benzer laflar ediliyor. Deliymiş zavallı.. Böyle bir şey yaptığına göre zaten belli ki bir tahtası eksikmiş.. Zalimin en iyi sattığı, ustalıkla kakaladığı şey, kendi aklı olmuş yine. Ali Uçkun’a kızanlar, “alnının çatısından vurulmalıydı” diyenler, eğer bir hastalığı yoksa, kafayı yememişse kati surette kötü niyetli ve suçlu olduğu yargısına varacak olanlar ortaya çıkan ve faili şizofren olarak gösteren rapor karşısında bir nebze olsun yumuşuyorlar. Öte yandan, Ali Uçkun’un fazlasıyla şaibeli görünen intiharının soruşturulmasını isteyen insan hakları ve demokrasi savunucuları artık mevta olmuş şahsın şizofren olduğunu belirterek onun mazur görülmesi hususunda meşruiyet arayarak farkına varmadan birleşiyorlar karşı cenahla; bayrağın kutsiyeti ile şizofreninin arasına kazınan çizgide aklımızın kendisini takiple canımızı yakmaya devam edeceği hat iyice sağlamlaşıyor.

ÖNCEKİ HABER

Sağlam kafa sağlam sözlük!

SONRAKİ HABER

Dünyanın en güzel yeri: Su altı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...