16 Mart 2014 07:22

Yol yakınken

Adamlar, varacakları yere gitmek için sıkışık bir pasajın içinden geçiyor. “Affedersiniz” diyerek yanından geçtiği insanlardan izin istiyorlar. Film ekibini bir terasa çıkarıyorlar. “Burada çok hayalet olmalı, çünkü burada çok insan öldürüldü” diye anlatmaya başlıyor biri.

Yol yakınken
Paylaş

Çağdaş GÜNERBÜYÜK

Adamlar, varacakları yere gitmek için sıkışık bir pasajın içinden geçiyor. “Affedersiniz” diyerek yanından geçtiği insanlardan izin istiyorlar. Film ekibini bir terasa çıkarıyorlar. “Burada çok hayalet olmalı, çünkü burada çok insan öldürüldü” diye anlatmaya başlıyor biri. “Geldiklerinde hepsi çok sağlıklıydı. Sonra dayak yerlerdi. Ölürlerdi.” Giderek rahatlıyor, elleri kollarını daha çok kullanmaya başlıyor. “Başta döverek öldürürdük. Her taraf kan olurdu. Temizlerken çok kötü kokardı.” İcadını anlatacağı için giderek heyecanlanıyor. “Kan çıkmaması için şu sistemi buldum.” Elindeki uzun telin ucunu bir direğe bağlıyor. Diğer ucuna bir sopa iliştirilmiş. Elleri bağlı arkadaşını direğin yanına oturtuyor. Teli boynuna dolayıp çekiyor. “İşte kan çıkmamasının yolu buydu” diyor bir daha. Oturan adamın yüzünde bir gülümseme, huzursuz.
Faşizme dair en acayip belgesellerden biri Öldürme Eylemi, Endonezyalı katil çetelerin hikayesini kendi ağızlarından anlatmalarını sağlıyor. Endonezya, Malezya’nın hemen oradaki adalarda, yolu bazısına yakın yani. Aslında Suharto darbesine giden yolda sivil faşistlerin iki milyon kişiyi nasıl öldürdüklerini, kurbanların ailelerinin gözünden anlatmak için yola çıkmış, ama aradan neredeyse elli yıl geçtiği halde kimseyi konuşturmayı başaramamışlar. Bakmışlar, mahallede ellerini kollarını sallayarak gezen katiller yaptıklarıyla hâlâ övünüyor. Onlara anlattırmayı denemişler. İnsan denen türün en aşağılık örneklerinin nasıl düşünüp, nasıl hissedip nasıl davrandıklarına dair ibretlik bir film ortaya çıkmış. Geçen sene festivallerden geldi geçti ama hâlâ fırsatını bulup izleyeceklere bolca mide bulantısı ve etkisinden kurtulunamayan günler vaat ediyor.

16 KİLOLUK BİR TABUT

Bu, günlük hayatlarında gülen, eğlenen, torunlarını seven adamların yanında, 16 kiloluk bir tabutla toprağa verdiğimiz hepimizin kardeşi Berkin için “Oh olsun” diyen alçaklar, melek gibi kalır. Aylardır iktidar tarafından kışkırtıla kışkırtıla son günlerde iyice gemi azıya alan böylelerinin mesajlarını, zaman zaman sokağa çıktıklarında salladıkları sopaları daha çok görür olduk. Meydanlarda bağırılıyor, gazetelere yazılıp çiziliyor, televizyonlarda zırvalanıyor, elinin altında klavye olan neden dursun ki? “Delikanlı”dan “eli kanlı”ya terfi eden büyük patronun hâlâ çok güçlü olduğunu sandığından, güçlünün peşine takılmakla gelinecek bir ruh hali bu, ekmek alırken vurulan çocuğun ölümüne sevinmek. Onun için metroda küfürler yağdıranın iki dakika sonra “Abi vurmayın tamam” diye yalvarmaya geçmesi. Bu arada aynı toprak üstünde yaşadığı komşusunun daha da alçalmamasını isteyen vicdan sahibinin sabır sınavı, sınavların en uzunu. İnsan bu hastalıklı kafaların yazıp çizdiklerini okumaya biraz fazla kaptırırsa kendini mazallah hasta olur. Başından beri gençleri öldürenin eline, sopayı kapıp provokasyona koşan gencin kanı bile bulaştı ama hâlâ kafasını kaldırıp katili tanımayanlar var.
Bir çocuk ölürken, katile değil de onun dışındakilere suç bulmaya çalışanlar neler demedi kaç gündür: “Elinde taş vardı”, “eyleme gitmişti”, nasıl oluyorsa “bilerek 12 marta doğru öldü”, “ona üzüldün, buna niye üzülmedin” ve tabii o en “masumu”; “Orada ne işi vardı?​” Demiyor ki, parka giren dozerin, şehrinin sokaklarına çıkan halkı zehirlemeye kalkanların, bir kişiye on kişi girmek için ellerinde sopalarla pusu kuranların, bütün bunlara emri verenlerin, o ayakkabı kutularındaki milyonların, orada ne işi var? Çarpıtmayla malul çünkü. Her gün binlerce sosyal medya hesabından, bir emirle hakaret yağdırmaya başlayan bir zavallılar sürüsü yaratmak, iktidarın yıkmayıp yaptığı az sayıda işten biri, asfalt dökmek ve ayakkabı kutularını doldurmak gibi.

GERÇEK SURATINA ÇARPINCA

Şunu anlamak lazım; insan, vicdanıyla meşhur bir canlı değil. Yediği nane, peşine takıldığı fikir, sığındığı liman her neyse, aklı onu meşrulaştırmayı becermenin bir yolunu buluyor. Allem ediyor, kallem ediyor buluyor. En faşistinden de olsa ideolojiyle çarpıtılmış zihin, böyle böyle doğadaki en acımasız türü ortaya çıkarıyor. Endonezya’nın katillerinin kendilerine taktıkları “freman” adı İngilizce “özgür adam” kelimelerinden türemiş. Amerika elli yıldır hiç desteğini çekmemiş, iktidar aynı kalmış, kimse de bunları katliamdan sorumlu tutmamış. Ama o neler neler sanıyor. Bu yukarıda çektikleri sahneyi izlerken herifin ilk yorumu şu: “Yanlış olmuş, ben orada beyaz pantolon giymezdim.”
Öldürme Eylemi’nde çekimler boyunca gülen eğlenen adam, filmin sonunda kendi caniliğiyle yüzleşince, birden kime yalvaracağını şaşırıyor: “Korku her yanımı sardı” diyor, “Onlar da böyle mi hissetmişti?​” Yönetmen Joshua Oppenheimer, “O gerçekti, onlar daha da kötü hissetmişti” diye cevaplıyor. “Günah mı işledim yoksa? Çok insanın kanına girdim. Acısı benden mi çıkacak? Ne olur çıkmasın...”
Hayatında hiç hesap sorulmamış, kendini kahraman sanan adam bile gerçek suratına çarpınca titremekten konuşamıyor. Tutulup kalıyor. Çarpıtmayla çarpılma arasındaki fark, nereden bakarsan bak bir harf. Öyleyse Berkin’in alamadığı ekmeği almadan dönmemeye söz verenler, ölüme sevinenlere onuru, adaleti, insafı da öğretir, er geç. Asıl o zaman özgürleşecek herkes. Çarpılmayı beklemeden, yol yakınken, ne kadar çabuk öğrenirlerse, o kadar iyi.

ÖNCEKİ HABER

Yedi bıçak yarası

SONRAKİ HABER

Dayısının yeğeni Berkin Elvan

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...