Şahsileşmiş iktidarlar: Üsttekilere itaat, geri kalanlara keyfi muamele
Siyaset Bilimci Celil Kaya: Şahsileşmiş iktidarın her bir parçası kendini o iktidarın hem hizmetkarı hem de pay sahibi olarak görür. Üsttekilere mutlak itaat, geri kalanlara keyfi muamele esastır.

Siyaset Bilimci Celil Kaya | Fotoğraf: Evrensel
Burcu YILDIRIM
Ankara
İktidar temsilcilerinin sert kutuplaştırıcı söylemine, sokakta polisin şiddeti de eklendi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu cami hoparlörlerinden Çav Bella okunmasına neden olan kişileri Cami dibinde ezan okutmakla tehdit ederken, aynı bakanlığa bağlı polis teşkilatı da sokakta kendilerine karşı çıkan herhangi bir kişiye sert şiddet uyguluyor. En son sokağa çıkma yasakları boyunca yurdun dört yanından polis şiddetine maruz kalan kişilerin görüntülerini izledik.
Siyaset Bilimci Celil Kaya İstanbul Kadıköy’de polisin uyguladığı şiddet için “Ben karar verdiysem doğrudur” ifadesi için şu okumayı yapıyor: Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan şahsıyla özdeşleşen bir siyasal iktidar var. Şahsileşmiş iktidarın her bir parçası kendini o iktidarın hem hizmetkarı hem de pay sahibi olarak görür. Bu düzende, üsttekilere mutlak itaat, geri kalanlara ise keyfi muamele esastır. Siyasi iktidar güvenlik politikalarına ağırlık verdikçe polisler de kendilerini bizzat devlet olarak görmeye devam edeceklerdir.
Siyaset Bilimci Celil Kaya ile sokaktaki polis şiddeti, din, ezan, bayrak gibi ilaç olarak gördükleri söylemin bugünkü karşılığını konuştuk…
Bir süredir polisin sokağa çıkma yasaklarında vatandaşa uyguladığı şiddeti konuşuyoruz. Esenyurt’tan, Çorlu’dan, Cizre’den birbirinin benzeri görüntüler izledik. Bu hal nasıl oluştu?
Sokağa çıkma yasağı, güvenlik güçlerinin yasal ve fiili yetki alanlarının alabildiğine genişlediği durumlardan biridir. Kendini kurulu nizamın koruyucusu ve vurucu gücü olarak gören polis, bu nizama uymadığına karar verdiği kişilere karşı şiddet kullanmayı gayet olağan, hatta gerekli görür. Kendilerine sokağın mutlak hakimiyeti verilen polisler, kısmen de bekçiler, varlık sebepleri olan şiddeti daha kolay ve daha hevesli şekilde göstermeye başladı. Yani polis, Kürt’e, solcuya, göçmene yıllardır kolayca uyguladığı şiddeti daha geniş kesimlere uygulama fırsatı bulunca bu fırsatı kaçırmadı. Başlarında da Süleyman Soylu gibi her sözü şiddetle bezenmiş biri olduğunu düşünürsek polisin bu dönemdeki davranışlarını daha iyi anlamlandırabiliriz.
Kadıköy’deki polisin “Vurman doğru mu” ifadesine “Ben karar verdiğim için doğrudur” sözleri tam da bu bahsettiğiniz “hakimiyet” ile mi alakalı. Yani “Ben kanunum” demek gibi…
14. Louis’ye atfedilen bir meşhur bir söz vardır: “L'état, c'est moi”, yani “Devlet benim”. Sözün meşhur olmasının nedeni, şahsi iktidara yaptığı vurgudur. Yani iktidar bir şahısta cisimleşmiştir. Modern ulus devlet sistemini karakterize eden niteliklerden biri ise iktidarın gayrişahsiliğidir; siyasi gücün temerküz ettiği yer şahıslar değil, kurumlar, kanunlardır. Ancak son yıllarda bunun tersine bir eğilime şahitlik ediyoruz. Türkiye’de de Recep Tayyip Erdoğan şahsıyla özdeşleşen bir siyasal iktidar var. Şahsileşmiş iktidarın her bir parçası kendini o iktidarın hem hizmetkarı hem de pay sahibi olarak görür. Bu düzende, üsttekilere mutlak itaat, geri kalanlara ise keyfi muamele esastır. Durduk yere bir insana vurup “Bana vurman doğru mu” sorusuna karşılık “Ben karar verdiğim için doğru” yanıtını vermek, bu mantığa çok uygun bir durum. Siyasi iktidar güvenlik politikalarına ağırlık verdikçe polisler de kendilerini bizzat devlet olarak görmeye devam edeceklerdir. İçişleri Bakanının 2 yıl önce polislere hitaben yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum, “Uyuşturucu satan birini yakalarsanız ayağını kırın, suçu bana atın” mealinde bir söz söylemişti. Yani polise verilen garanti şu: “Suçlu olarak gördüklerinize kanunlar çerçevesinde muamele etmek zorunda değilsiniz, kanun sizsiniz.” Kendisine istediği kişinin ayağını kırma salahiyeti verilen polis vatandaşa tokat da atar, hakaret de eder, işkence ederek gözaltına da alır.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Ayağını kırın suçu bana atın” gibi sözleri hep tartışıldı. Bu kez İzmir’de camide çalınan Çav Bella marşına dair de “Bunu yapan kişilere Ezan dinletiriz’ dedi. Bu açıklamaların karşılığı nedir?
Biraz evvel bahsettiğim gibi, bütün bunları “kanunsuzlaşma” bağlamında ele alabiliriz. Neyin suç olup olmadığı, hangi suçun cezasının ne olduğu kanunlarda yazılıdır. Bunları beğenip beğenmeme hakkımız saklıdır tabii, var olan durumu işaret ediyorum. Süleyman Soylu, göreve geldiği günden bu yana gayet bilinçli şekilde, hatta üzerinde incelikle çalışılmış bir strateji olarak, hukuksuzluğu ve keyfi cezalandırmayı sıklıkla savunuyor ve salık veriyor. “Cami dibinde ezan dinlettiririz” söylemi de kendi kitleleri olarak gördükleri dindarlara “Merak etmeyin, sizin dini duygularınızı incitenlere öyle bir ceza vereceğiz ki ibretialem olacak” mesajı veriyor. Bir de, biliyoruz ki zorla bayrak öptürme, marş söyletme gibi “cezalandırmalar” faşist çevrelerin her zaman fantezilerini süsler ve fırsat bulduklarında uygulamak isterler (Geçtiğimiz yıllarda Fethiye’de Kürt bir çiftçiye işkence edilerek zorla Atatürk büstü öptürülmesini hatırlayalım). Süleyman Soylu bu kanun tanımazlığı, bu dizginsiz şiddet istencini en üst düzeyde temsil eden figür. Diğer yandan, bir içişleri bakanının bu kadar hukuk tanımaz davranması, ülkenin içinde bulunduğu durumu anlamak için iyi bir örnek.
KAYUMLAR İÇİN GEREKÇE SUNMAK ZORUNDA BİLE HİSSETMİYOR
“Gerilim siyaseti” diye tabir ettiğimiz şey, tam da bu yaşananlar mı… Yani bölgede kayyum atamaları, İzmir’de Çav Bella Adana’da “Vefa saldırısı’ tutuklaması, sokaktaki polisin-bekçinin saldırgan tavrı…
AKP, en başından beri siyasal söylemini şeytanileştirilmiş bir “düşman” üzerinden inşa etti. Bu büyük düşman bir zamanlar Kemalistlerdi, sonra Kürt hareketi oldu, şimdi ise iktidara en küçük muhalefette bulunan herkes bu düşman tanımının içinde. Bu “düşman”ın her hareketi ülkeye, vatana, milletin birliğine yönelik saldırılar olarak gösteriliyor. Kürtler zaten ezeli ve ebedi düşman, HDP belediyelerine el koymak için özel bir sebep gerekmiyor. Kürt siyasetçilerin tutuklanması, Kürt çocuklarına polis aracında işkence edilmesi sıradan olaylar olarak görülüyor. İktidar bu konuda artık gerekçe sunmak zorunda bile hissetmiyor kendini.
Camide müzik çalınmasına verilen tepki, Adana’da CHP’li gencin tutuklanması ve benzeri uygulamalar da iktidarın kendisini vatanın, ulusun hatta dinin kendisi olarak görmesinden kaynaklanıyor. Örneğin camide AKP’nin seçim şarkısı dini değerlere hakaret değildir, çünkü AKP zaten dinin kendisini de temsil etmektedir. AKP’li siyasetçilerin camilerde seçim toplantısı vs. yaptıklarına defalarca şahit olduk. AKP il teşkilatları, dini vakıflar vs. yardım toplayabilir ancak CHP’li belediyeler toplayamaz çünkü AKP devletin kendisidir aynı zamanda, CHP ise iktidara muhalefet etmekle devlete muhalefet etmektedir bu anlayışa göre.
Gerilim siyasetinin artık ‘tutmadığı’ şeklinde siyasi analizler yapılıyor zaman zaman. Bu kez durum nedir? Siz neler gözlemliyorsunuz?
Gerilim siyaseti denen şeyin tutup tutmadığı nasıl ölçülür bilmiyorum ama tutmasından kasıt bunun geniş toplumsal kesimlerde karşılık bulmasıysa, isabetli bir değerlendirme yapılmıyor demektir. Çatışmacı, düşmanlaştırıcı siyasetin hakim olması için toplumun büyük kısmının onlara ikna olması gerekmez. Daha küçük bir kesimi radikalleştirip toplumun geri kalanını korkutup sindirirseniz siyasetinizi hakim kılabilirsiniz. Şu anda iktidarın da böyle bir stratejiyi takip ettiğini düşünüyorum. Tayyip Erdoğan’a ve onun temsil ettiği “devlet”e en küçük itirazı hainlik karinesi ve şiddet sebebi olarak gören radikal bir topluluk, iktidarın istediği sindirme siyasetinin uygulayıcıları olabilir. Son zamanlarda görünürlüğü artan polis ve bekçi şiddetini de bu çerçevede değerlendirebiliriz.
İKTİDARIN TOPLUM TAHAYYÜLÜ: SÜNNİ, MİLLİYETÇİ, MUHAFAZAKAR
İktidar, “camii, ezan, bayrak” üzerinden bir söylem kullanıyor… Bunların toplumdaki karşılığı bugün açısından nedir?
Ana akım siyasette her zaman hakim olan bir yaklaşım vardır: Toplumun hassasiyetlerinin gözetilmesi. Toplumun sahip olduğu iddia edilen ulusal, dinsel, kültürel vs. değerler vardır ve siyasal söylem bu değerlerin çizdiği sınırların içinde kurulur. Bu sadece bir olgunun tespit edilmesi de değildir; toplum o tahayyül yönünde dönüştürülmeye çalışılır. Şu andaki iktidar blokunun toplum tahayyülü de Sünni Müslüman, milliyetçi, muhafazakar bir tahayyül. Dolayısıyla bu “değerleri” ifade eden semboller siyasetin önemli araçları oluyor. Bu kadar çok ezan, bayrak, cami vurgusu yapılmasının nedeni de bu. Bunun toplumdaki karşılığını net olarak ölçmek mümkün değil ancak bir karşılığı olduğu kesin. İktidarın kışkırtması ve yönlendirmesiyle Kürtlere, Alevilere, sosyalistlere, göçmenlere yönelik gerçekleşen sivil saldırılar bunun bir göstergesi.
Evrensel'i Takip Et