07 Nisan 2018 23:57

Biz ne zaman bu noktaya geldik?

Yeşim Özsoy, TBMM'de kadın tiyatrocuların sahneye çıkarılmamasını yazdı: Hâlâ umudum var, çirkinliğin içinde güzelliği bulacağız.

Paylaş

Yeşim ÖZSOY

Sabah saat 10 civarı Kenter Tiyatrosunun önündeyim. Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, kimi tanıdık kimi değil, bir güruhun arasından sıyrılıp aşağı iniyorum. Oyuncular Sendikasından Sermet Yeşil’i görüyorum… Sanırım heyecanlıyım. O yüzden tanıdık bir yüz arıyorum. Sendikanın masasının yanında, gel, diyor. 100 replikten bir tanesini alıyorum. İstersen seç diyorlar yok diyorum en iyisi seçmeyeyim, seçmeye kalkışırsam işin içinden çıkamam, beğenemem, söylenecek, bugünü ve genel olarak yaşadıklarımızı kapsayacak bir söz bulamam. Sahneye çıkıyoruz. Seneler evvel Aksak İstanbul Hikayeleri adlı oyunumu oynamıştık bu sahnede. O gün ne gururdu benim için… Hatırlıyorum. Bir kadın tarafından kurulmuş, büyük bir oyuncunun sahnesinde kendi oyunumu yönetmek… Yıldız Hoca nerededir diyorum kendi kendime. Sahnede yüz kadınız. Gerçekten de öyle. Tilbe Saran sahne önünde herkesi organize etmeye çalışıyor. Herkes gülümsüyor. Bazı yaş almış oyuncular da orada. Herkes bana ufak bir kız çocuğu gibi geliyor. Yaramazlık yapmaya gelmişiz sanki. Neden diyorum bu his? Hakkımız olanla ilgili ses çıkarmak bana neden böyle imgelerle geliyor? Yaramaz bir kız çocuğu gibi yerime geçiyorum. 70. sıradayım. Önümde sıra sıra kadınlar, kadınlarımız… Seyirci olduğu yerden kucaklayacak neredeyse bizi. Hani bazı oyunlar vardır. Hissedersiniz. Seyirci alnınızdan öpüverir sizi. Oturduğu yerden yapar bunu. Ama neden bu his? Önce yaramazlık. Şimdi de hüzün. O kadar derin bir hüzün ki anlatamam. Karnıma saplandı ilk önce. Sonra gözlerimden yaş olarak aktı. Gülriz Sururi’nin okuduğu metin sırasında başladı sanırım. Piccolo Tiyatrosunun kurucusu Giorgo Strehler’e ait “Intermezzo” metninin tamamını okurken sanırım tam olarak şu noktada, şu sözlerde;

“Sesim olmasaydı, ellerimle, parmaklarımla konuşurdum. Ellerim, parmaklarım olmasaydı, vücudumun geri kalan bölümleriyle anlatırdım. Sessiz anlatırdım, kıpırdamadan anlatırdım, bir ramp ışığının önündeki ekrana bağlı ipleri çekerek anlatırdım. Ne yapar ne eder anlatırdım, çünkü benim için önemli olan bir şeyleri birilerine anlatmak, beni dinleyenlere.”

Sırtımızda, arka panoda görüntülerin geçtiğini daha sonra fark ettim. Afife Jale’nin fotoğrafı da geçen görüntüler arasındaydı. Sahnede 100 kadın, arkamızda Afife Jale, önümüzde bizi alnımızdan öpmek isteyen bir seyirciyle, Yıldız Kenter’in tiyatrosunda, Tilbe Saran’ın önderliğinde, Gülriz Sururi’nin o çok eskilerden gelen yorgun ve fakat müthiş mağrur sesinin korunağında bir cümle söyledim ve indim sahneden.

Peki bu hüzün nedir?

15 senedir kendi tiyatrosunu kurup kendi oyunlarını yazıp yöneten, özel tiyatrolarda ayakta kalmak için sonsuz savunma yöntemleri, savaşma biçimleriyle, kurumlar, insanlar ve sistemle boğuşan hâlâ yazan, yöneten, oynayan, hala proje üreten, yazar yetiştiren, öğreten, anlatan bir kadın olarak bu hüzün ne diye düşünürken birden aklıma çok negatif bir düşünce saplandı, beynimden vurdu beni.

Ben o sahnede olmamalıydım. Bu şekilde olmamalıydı.

Bizler o sahnede “kadınlar sahneye” demek durumunda bırakılmamalıydık. Mesele de aslında ne Mecliste olanlar ya da olmayanlar, ne geçici bir politikacının istifasını talep etmek, ne o gün Mecliste istenen oyunu devlet babadır ister deyip sahnede görev icabı sahnelemek, canlandırmak durumunda kalan oyuncular ne de şu veya bu sebepten sahneden inmesi istenen kadınlar… Asıl mesele bizim kadınlar olarak derinden hissettiğimiz süregelen eşitsizlik, görünmezlik hissimizdir. Tarihte kimi zaman, kimi anlar bardağı taşıran son damla olarak tarihe geçerler. Bu da böylesine bir andır.

O sahnede var olurken ben kızımın bu anı bilmesini istemedim. O sahnede repliğimi okurken ben bu anın yaşanmasını istemedim. Muhakkak güzel şeyler de oluyordur belki olacaktır. Örneğin Devlet Tiyatrolarında tam da bu zamanda 12 bölgede kadın yazar ve yönetmenlere yönelik teşvik projelerinin gerçekleşeceğini öğrendim. Bunun gibi ağzımıza bal çalan güzel anlar… Onlar olsun tabii. Norm olmayınca bazı şeyler, böyle destekler ve teşvikler şart olur. Bize eşitsizliğimizi hatırlatır, problemin altını çizer. Onlar var olmalıdır. Bize çirkinliğimizi hatırlatırken güzelleşen anlardır onlar. Yine de 21. yüzyılda Türkiye gibi bir memlekette doğu ile batı arasında bir yerde İstanbul’da bir kadının kurduğu bir sahnede böyle bir anı yaşamak zorunda kalmamalıydık. Nasıl oldu da bu zamanlara geldik? Korkutucu derecede hüzünlü değil mi? İnsanlar konuşamaz oldu. Ne zaman kimin neye kızıp başınızın derde gireceğini bilmediğimiz, kurum tiyatrolarında kadın kadroların bile rahatsız olmadığı kadın sesinin eksikliğinin kimsenin çok da derdi olmadığı, ülkenin yetiştirdiği büyük yeteneklerin imkansızlıktan kurum ve özellerde yer bulamayıp kendi istediği tarzda tiyatroyu ancak bar köşelerinde orada burada sıkışarak ve imkansızlıklar içinde yaptığı, Nişantaşı’nın arka sokaklarında küçücük tiyatrolara sıkışıp ülkenin büyük ödül törenlerinde senelerin en iyi yönetmeniyken en iyi ışık tasarımı gibi komik ödüllere layık görüldüğü, usta kelimesinin kendi yetiştirdiğimiz insanlar tarafından bile ancak erkeklere ithafen kullanıldığını hissettiğimiz bu dönemlerde, kadın yazarların bile kadın karakter yazmadığı, yazamadığı, sahnede seyirci çekmek için şoven rejilerin içinde, cinsiyetçi bakış açılarının içinde kara biber tuz olan binbir yetenekli, sahneye çıkmak için sıra bekleyen kadınlar, ettiği bir lafın üzerine iş bulamayan, kapansa bir türlü açılsa bir türlü herkesin beynine dert olan bedenlerimiz, erkeklerin baş tacı edildiği bir yönetim biçimi ve ona alet olan hayran olan başka adamlar ve tabii yine kadınların karşısında kendi varlık alanına sahip çıkmak için bin beygir gücünde çaba sarf eden yetenekler, yer verilmeyen lütfederek alan açılan kadın yönetmenler, onların gücüne katlanamayanlar arasında kadınların ne zaman gülmesi, ne zaman örtünmesi, ne zaman dışarı çıkması gerektiğini tartışabilen, bunun lafını bile edebilen bir takım politikalar…

Ne zaman, ne zaman biz bu noktaya geldik?

Tarihte bazı anlar vardır. Bardağı taşıran komik durumlar. İşte biz de sanırım bu son olaylarla böylesine trajikomik bir noktaya geldik, getirildik.

Olmak istemediğimiz bir anın yaşanmışlığında olmak istemediğiniz zamanların içindeyiz orası kesin.

Yine de her ne kadar hüzün ve kızgınlıkla bir araya gelsek de belki de gerçekler karşısında omuz omuza olmayı öğreneceğimiz zamanlar yakındır, gelecektir. Hâlâ umudum var. Çirkinliğin içinde güzelliği bulacağız.

Fotoğraf: EVRENSEL

ÖNCEKİ HABER

Dünya mirasına kazma vuruldu

SONRAKİ HABER

7 yılda, 1 milyon 166 bin 571 kişiye kanser teşhisi konuldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...