03 Aralık 2017 12:55

İçinden tren, şiir ve Cortazar geçen film: İşe Yarar Bir Şey

Ayşegül Tözeren’den bir sinema hikayesi: İşe Yarar Bir Şey

Paylaş

Ayşegül TÖZEREN

Bazen trenle yolculuğa bir yere gitmek için değil, yolda yolculuktan vazgeçebilme özgürlüğünü istasyonlarında barındırabildiği için de çıkılırmış.

Pelin Esmer ve Barış Bıçakçı’nın senaristliğini üstlendiği, Esmer’in yönetmen koltuğunda da oturduğu, Başak Köklükaya ve Öykü Karayel’in başrollerde yer aldığı “İşe Yarar Bir Şey” bana bunu hatırlattı.

YOLCULUĞU SÜRDÜRME TEREDDÜDÜ

Köklükaya ve Karayel’in canlandırdıkları Leyla ve Canan’ın hikâyeleri biraz böyle. Hem yolculuğa çıkma, hem de yolculuğu sürdürme tereddüdünü taşıyor düğümünde.

Leyla, tam yirmi beş yıl sonra lisedeki arkadaşlarıyla buluşmaya, bir mezunlar gecesine gidiyor. Onu aslında oraya iç sesi taşıyor. Arkadaşları romantik bir teklifte bulunmuşlar. İzleyicinin nereden başladığını ancak tahmin edebileceği, İzmir’e doğru bir mavi tren yolculuğu… Canan’ın yolculuk hikâyesiyse, pek romantik değil. Nereden bakılırsa bakılsın, bir “iş” meselesi… Babası onun özel bir hastane için iş görüşmesine gittiğini sanıyor. Oysa o bir sona eşlik etmeye, dünyadaki belki en eski tartışmaya doğru yolculuk ediyor. Felçli bir hastanın ötenazi arzusunda bir hemşire olarak destek olmaya… Yavuz, yardım edin de öleyim diyor. Ama bunu cümlenin taşıdığı ajitasyondan uzak, yardım edin de bu şarkıyı birlikte dinleyelim, yardım edin de bu şiiri birlikte okuyalım der gibi arzu ediyor. Filmin sonlarına doğru müzik, şiir ve öyküyle sarılı bir salonda, sahile bakarken Yavuz’la karşılaştığınızda fark ediyorsunuz.

Sadece Yavuz’un yaşam boyu sürecek istirahatinin sürdüğü salon mu şiir, öykü ve şarkıyla çevrili… Canan ve Leyla’nın tren yolculuğu da öyle…

YAZININ GÖLGESİ DÜŞERKEN…

Hikâye trende başlarken, yazının gölgesi düşüyor geniş ve bembeyaz pencere pervazlarına. Kâğıdın ve hiç durmadan işleyen bir kurşun kalemin gölgesi… Sonra trenin koridorlarının yanı sıra koskocaman pencerelerinden görünen kentler de kayda geçiyor. Leyla çoğunlukla yemek salonunda vaktini geçirmeyi seviyor. Bira içerek, Gülten Akın’ın Kırmızı Karanfil’ini okuyarak… Bir ara garson geliyor, “taş atarlar,” diyerek perdeyi sertçe örtüyor. Tam o sırada senaristler, içinde bulunduğumuz döneme göz kırpıyor ve Leyla soruyor: “Bira içiyorum diye mi?​” Leyla perdeyi açıyor, trene bakan adamla göz göze geliyor… Ve tren yolculuğuna devam ediyor.

Bilen bilir Gülten Akın’ın Kırmızı Karanfil’inde dört mevsimin şiiri vardır. Güz, Kış, İlkyaz, Yaz…

“Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim
Derede yıkandım, cevize tırmandım. kuş ürküttüm”

Güzün dizelerini İlkyaz takip eder:

“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”

Hâlbuki Leyla ince şeylerden anlayandır, Canan’ın bir derdi olduğunu, camdaki aksinde yüzüne hiç bakmamasından, saçlarını hiç düzeltmemesinden anlamıştır. Trenin büyük camlarına hem Leyla’nın aksi vurmaktadır, hem de Anadolu kentleri Gülten Akın’ın dizelerinde ritim tutmaktadır:

“Bir deli bağırır, bir köpek havlar, yel kudurur”

Akın’ın dilinde, “Orman hapis, kış kanun”dur. Soğuk ve sert rüzgârların anayasasında tren yoluna devam eder. Bazı bazı Leyla da, Canan da yolculuktan vazgeçme haklarını kullanmak isteseler de… Bir şey onları yolda tutar. İki birbirine yabancı kadın arasındaki dayanışmadır belki de bu. Uzun yolculukta, “enine gidilen korkuluksuz köprü”de Leyla’ya hep iç sesi eşlik eder. Bir de şiirler…

“Sürgündür o kadın hayata sonsuz isyanlarıyla
Git, gidemez. Dur, duramaz. Oysa
İnsanın gidip durmaya belli bir noktası olmalı”

HIZLANDIKÇA AZALAN YAŞAM

Gülten Akın’ın bu dizeleri sinema filminde ses olmaz ama kitabın kapağı göründüğü andan itibaren izleyicinin zihninde iki kadına yoldaş olur. Filmin ortalarına doğru Leyla içinden bir şiir mırıldanır:

“Ben turuncuyum ve hiçbir şey turuncuyla kafiyeli değil” (KjerstiSkomsvold, Hızlandıkça Azalıyorum)

Film finaline doğru ilerlerken, Canan ve Leyla çoğunlukla uykusuz geçen bir yolculuğun ardından son istasyona varırlar. Vardıkları sahil kentindeki dar sokaklardan, Arnavut kaldırımlarından geçerken, tren yolculuğunun başından beri onları takip eden karga motifi de yanlarından ayrılmaz. Karga grafitisi, çizimleri onları hep takip eder. Sonunda da karganın kendisi Yavuz’un penceresine konar. Kanatlarında Edgar Allan Poe’nun Kuzgun’unu taşıyor gibidir:

“Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?"”

Yavuz’un kapısını da Canan ve ona eşlik etmeye karar veren Leyla böyle çalar. Ardından Yavuz’un bakıcısının kovduğu karga yine gelir belleğiyle:

“Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."”

‘BİR DAHA HİÇ ÇİÇEK OLMAMASI’

Zamanın hiçliğinde Leyla ve Yavuz konuşmaya başlar. Kırk yıllık dost gibi… Çünkü ikisi de suç ortaklarıdır aynı öykülerin, aynı şiirlerin. Yolculuk boyunca mesleği olan avukatlığı ile kendisini kimliklendiren Leyla’yı Yavuz tanır. Onun şair olduğunu biliyordur. Canan, Leyla’nın şair olduğunu filmin sonlarına doğru anlamış olur. Esmer ve Bıçakçı’nın yakaladıkları detayın sahiciliği dikkat çekici. Bir iki hafta önce gerçekleşen edebiyat günlerinde konuşmamı yaparken kendimi doktor olarak tanıtmam ve Ayşe Semiha Baban’ın o edebiyat günlerinde bile olsa hekimim der, dediği aklıma geldi. Evet, yazarlar ve şairler, kendilerine yazar ve şair demiyor galiba. “Ben hiç yazar değilim, buna hiç şaşırmadım.”

Yol, Yavuz’un ötenazi arzusuna, Leyla’nın pek gönüllü gitmediği mezunlar buluşmasına vardığında… Leyla ve Canan’ın İzmir’in sokaklarında gördükleri ayna parçaları büyür, iki kadını da zorunlu bir yüzleşme beklemektedir. Yavuz’uysa yaşamının en hakiki yüzleşmesi… Ölüm ve yaşamla yüzleşme. Tren son istasyona vardıktan sonra kimin hangi yola yöneldiğini bilemeyiz ama seçimleri ne olursa olsun, onlara kararlarında öykü ve şiirin eşlik ettiğini biliriz. Yavuz’un en zor kararından önce ona Leyla Cortazar’ın “Bir Sarı Çiçek” öyküsünü anımsatır: “Ölümsüzüz; biliyorum şakaya benziyor bu söylediğim.”

Sonra da öykünün,kahramanının pek sıradan bir sarı çiçeğe baktıktan sonra sonlanışını:

“Çiçek güzeldi, çok güzel bir çiçekti. Ve ben lanetlenmiştim. Çünkü günlerden bir gün ölecektim hem de temelli. Çiçek güzeldi, gelecekte insanlar için her zaman çiçekler olacaktı. Birden damdan düşercesine hiçi anladım, hiçliği demek istiyorum, hiç.

(…)

Oysa ölecektim. Luc zaten ölmüştü, bizler için bir daha hiç çiçek olmayacaktı, bir daha hiçbir şey olmayacaktı, hiç ama hiçbir şey, hiçlik de buydu işte. Bir daha hiç çiçek olmaması.”

Ve Leyla soruyu sordu… Hiç çiçek olmamasını… Buna hazır mıydı Yavuz? Herkes kendi yolunu seçerken, öykünün ardından filmin senaristlerinden Barış Bıçakçı’dan bir şiir de takip etti kadınları ve erkeği:

“Biz satranç oyuncusuyuz sevgilim,
Üzerimizde kara bir leke
Biz satranç oyuncusuyuz.
İnanmıyoruz ceketlerin düğmelerine,
İnanmıyoruz takvimleri savurarak gelen geleceğe
İşte yitirdik bütün taşlarımızı
Darmadağınık oyun tahtası.
Bir tek şahımız kaldı sevgilim
O da evli iki çocuk babası.
Kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim
Uykumuzu bölüyor burdan çocukluğumuza kadar,
Burdan çocukluğumuza kadar bir telaş…
İçi boş kuşları kovalıyoruz,
Hep bir sebep arıyoruz herkese küsmek için.
Hemen o cumartesi buluyoruz, hemen o pazar.”

DIŞARI ÇIKTIK

Filmin sonunda işe yarar insanların isimleri ekranda akmaya başladıktan sonra, alışveriş merkezinin en alt katındaki küçük sinema salonundan çıktık. Vitrinlere bakacaktık. Alışveriş merkezlerindeki sinemalara daha alışmamıştık galiba, vitrinlere de bakamadık...

Hızla Beyoğlu’na doğru gitmek üzere yola çıktık. Leyla ve Canan’ın sohbetli masasını başka iki kadın olarak kurmak üzere...

ÖNCEKİ HABER

Almanya'da binlerce kişi ırkçı AfD kongresini protesto etti

SONRAKİ HABER

CHP'li Özel: Büyük bomba Salı günü patlayacak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa