14 Kasım 2016 02:10

Felsefenin içinden geçen insan

Anlatılan, insanın, anlayan, yorumlayan, açıklayan, kavrayan ve değiştiren insanın hikâyesidir; çoğu zaman içinde kendimizi bulduğumuz...

Paylaş

Yrd. Doç. Dr. Güçlü ATEŞOĞLU

Kadim dünyanın, bireyin kendisini yasasından, mitolojisinden, sanatından ayıramadığı yapısı Marx için önemlidir. Modern dünyanın bu kadim dünyadan koparken ortaya çıkardığı birey-toplum, birey-devlet, özne-nesne ikilikleri, üstesinden gelinmesi gereken problemlerdir. Descartes ile birlikte öznelliğe yapılan vurguyu gördük; İngiliz Empirizmi ile birlikte deneyim kavramına yeni bir yön verilmesi gerektiğini idrak ettik. Spinoza’yla ise, içinde benim ile senin ya da ötekinin ayrı olamayacağı ortak düzlemden konuşmak, öznelerarasılığı içkin bir düzlemde ele almanın anlamı belirginleşti. Leibniz’le birlikte, modern diyalektik kavrayışı ortaya çıktı. Lenin bunu söylerken haklıydı. Sonlu olan, tüm bir evreni, eş deyişle sonsuzu kendinde temsil etmeliydi. 
Sonrasında felsefenin temel meselelerinden biri şu oldu: Acaba bir bütün olarak dünyanın kendisi temsile indirgenebilir mi? Acaba insan deneyiminin kendisinin erimi genişletilebilir mi? Bakiye kalan sorular bizi, insanî deneyimi daha genel bir düzlemde, tarihte ele almaya itti; insanın kendisini ve deneyim dünyasını tarihte kurarsa şayet daha güçlü bir açıklama getirebileceğini gösterdi. Mesele doğayı, Tanrı’yı, dini ya da ahlâkı merkeze alarak “meta” bir açıklama getirmek değildi. Tüm bu insanî deneyimleri de hesaba katarak, bir “olması gerek” alanından “olan”ı belirlemeden, “olan”dan “olması gereken”i çıkartan, mutlak özgür iradeden değil de, sınırlı, koşullu bir alandan yola çıkarak, her olumsuzlamanın, her yadsımanın bir olumlama, belirlenim olduğunu göstererek adım adım gitmekti. Mutlak bir özgür iradem varmış gibi (dinin ve ahlâkın pozisyonundan) eylemime yön verdiğimi başlangıçta düşünsem de, ortaya çıkan şeyin kendisi, baştaki mutlak iradeden, niyetten bambaşka bir sonucu bana dayatabiliyordu. On altıncı yüzyılda Yahudi, Grek, Hıristiyan, Roma şeklinde ayrılan tarihsel dönemler, ilk defa ‘Antikçağ, Ortaçağ, Yeniçağ’ diye Bodin tarafından belirlenirken, başka dünyaların birbirlerinden evrildiğini gösteriyordu.
Collingwood’un da dediği gibi, Avrupa ve onun yakın coğrafyasının çok daha ötesine gidip de yeni, farklı ve ilkeselliği meydana çıkartarak bir tarih felsefesi ortaya koyan kişi Hegel’di. Tarihsel olayları kendileriyle birlikte değerlendireceğimiz kavramları ve kategorileri devreye sokan oydu. Tarih sadece belgelerin tarihi olamazdı. Ona eklenen şeylerle anlam kazanan bir şeydi, belge kendisi konuşmazdı.
Bunları ifade etmekteki temel neden, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde merkeze aldığı tarihin, kendisinden önceki gelenekte de ön plânda olduğudur. Yeniçağ felsefesinde etkinliğe, eyleme yapılan vurgu, insanî varoluşun tarihsel ve eyleme dayalı olduğunu gösterir. Machiavelli, ahlâkî erdemler ve Hıristiyanî çilekeşlik, tevekkül gibi davranış ve tutumlar karşısında politik erdemleri, eylemi vurgulamıştır. Goethe, “Am Anfang war die Tat!” demiştir, “Başlangıçta eylem vardı!” Fichte, Alman İdealizminin en önemli figürlerinden biri, “Actio, ergo sum”, “Eyliyorum, o hâlde varım” demiştir. Bunların hepsi, “Önce kelâm, söz vardı” diyen dinî söylemin tersyüz edilmesidir.
Gelelim Alman İdealizminin ikinci önemli filozofu olan Schelling’e… Schelling, “tarih felsefesi benimle başladı” derken önemli bir şeyi dile getirmektedir. Öznelliğin kendisini oluşturma serüveninde onun dışındaki doğanın, nesnelliğin de bir tarihi vardır ve mesele sadece öznellikte yerini bulan bir nesne, doğa ya da nesnellik değildir.
Bu görüşler Alman İdealizminin en önemli filozofuna, Hegel’e, öznel olan ile nesnel olanın birlikte ele alınması düşüncesini ortaya attırır. Bireyler, kendi özgür iradeleriyle bir şey yaptıkları zaman, ortaya çıkan sonuç bambaşka bir şey olabilir. Akıl ya da düşünce, tarihsel olarak oluşturduğu şeyin belirleniminde kalır ve bu şekilde kendini oluşturur. Marx’ın ünlü sözünde olduğu gibi: “Bilmiyorlar ama yapıyorlar.” Feodalizmden kapitalizme geçerken insanlar nasıl bir dünya içerisinde olacaklarını bilemezler ama o yeni dünyayı ve de kendilerini yaparlar, yaratırlar. İnsan eylemleriyle meydana getirdiği, kendisinin kurduğu dünyayı en iyi bilir.
Marx’ın buna özgün bir katkısı, ilk özel mülkiyet biçiminden ikincisine, buradan da üçüncüsüne geçişi gösterirken, meselenin tam da “geçiş”in hüviyeti üzerine olmasıdır. Bu salt empirik olamaz. Salt empirik bir tarih araştırması değildir mevzubahis olan. Bir kez daha Marx’ı öncelleriyle beraber düşünmemiz lâzım o zaman.
Bunun yanı sıra, kendi meydana getirdiği ama bilemediği dünyaları oluştururken insan, kadim dünyadan ayrı bir dünyanın içine doğmuştur ve bu yeni dünya, Bürgerliche Gesellschaft, bizim şimdi sivil toplum olarak dile getirdiğimiz, aslında burjuva toplumunun dünyasıdır. Modern dünyanın problemlerini ilk defa teferruatlarıyla gören Hegel, aynı zamanda burjuva toplumunu da farklılaşmalarıyla ve içteki temel sorunlarıyla ele alırken, Marx’la birlikte kopuşu sergiler.
Bunlar olmadan dünyayı değiştirmek mümkün olmaz ve filozoflar dünyayı sadece yorumlamamışlardır. Anlatılan, insanın, anlayan, yorumlayan, açıklayan, kavrayan ve değiştiren insanın hikâyesidir; çoğu zaman içinde kendimizi bulduğumuz, kimi zamansa bulmaya çabaladığımız.

ÖNCEKİ HABER

Suriye’yi okumak

SONRAKİ HABER

Kendini yapan insan

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...