16 Ekim 2016 04:39

Demokratik kotların kaba ve dayanıklı mazisi

Nilgül Erdan, kotun tarihini ve bugünkü durumunu Pazar sayfalarına taşıdı.

Paylaş

Nilgül ERDAN

“İstanbul’da katın olacağına, g.tünde kotun olsun” sözünü bir tür “İmaj her şeydir” ifadesi olarak okumak gerek sanıyorum. Her ne kadar bir tür “tarz” ve “trend” olarak değerlendirilse de, jean aslında üzerinde de epeyce yazılıp çizildiği gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde işçi sınıfının yoğunluklu olarak kullandığı bir kıyafetti. 1800’lerin ikinci yarısında üretilmeye başlandığı biliniyordu. Ancak kısa bir süre önce Peru’nun kuzeyinde 6 bin yıllık jean kumaşı bulundu. Ki, daha evvel de Mısır’da benzer bir kumaş parçası bulunmuş ve bunun 4 bin yıllık olduğu ortaya çıkmıştı. 

İster Mısır’da ya da Peru’da ortaya çıkmış olsun, isterse Amerikan ürünü; bu kumaşın ve kıyafetin memleket sathına girişi pek enteresandı. Türkiye’ye getiren kişi Muhteşem Kot’tu ve bu zatı muhteremin soyadını kıyafete marka olarak seçmesiyle kelime materyalin adı haline geldi. Üstelik bu aslında daha kaba ve bir o kadar sağlam kumaş sadece işçiler arasında değil, hemen her sınıftan insan tarafından da kullanılır oldu. İster “kot” denilsin, ister “jean”, bu kumaştan yapılan pantolonlar kimi yazarlarca övgüye mazhar olmuş ve dahi “demokratik” bulunmuştu.

VE MUHTEŞEM KOT PİYASAYA GİRER

Muhteşem Kot, 1950’lerde kamu işçilerinin toplu üniforma ihtiyacını gidermek üzere açılan ihalelere yönelik üretim yapan bir tüccar terziydi. Bir Avrupa seyahatinde Levi’s markasından haberdar oldu. Salt Galata’da açılan “Tek ve Çok” sergisinde paylaşılan metne göre, Muhteşem Kot, bu markanın ve kumaşın ABD’de kovboy ve çiftçiler tarafından tercih edildiğini öğrenince Türkiye’deki işçi ve köylüler için benzer türde bir pantolon üretmeye karar verdi. Elbette niyeti zayıf kumaşlar yüzünden zorluklar yaşayan işçi sınıfının mücadelesine katkı sunmak değildi. Kumaşın dayanıklılığını ön plana çıkaracak, ucuzdan mal verip sürümden kazanacaktı. “Kot”, kurucusu Muhteşem Kot’un ölümünden 2 yıl sonra, 1960’ta marka olarak tescillendi. Salt Galata’daki metinde de belirtildiği gibi, Amerikan sinemasının etkisiyle gençlerin bu pantolonlara ilgi göstermesiyle, popüler hale geldi. Özallı yıllarda yabancı menşeili ürünler piyasaya girince, “Kot” da zamanla gücünü yitirdi. “Kot” markasıyla üretim 1992’de sona erdi. “Jean”, kotu devirmişti. Ama kendi gitse de, adı yadigar kalmıştı. 

CEMAL SÜREYA’NIN GÜNCESİNDE BLUCİN

Kot üretimine son vermişti vermesine ama bu kıyafetin Türkiye’deki etkisi gittikçe yaygınlaşıyordu. Üstelik bunun müspet bir gelişme olduğunu düşünenler hiç de az değildi. 90’lı yıllar kota övgü yıllarıydı. Cemal Süreya, Milliyet Sanat’ta yayınladığı güncelerinde kendi ifadesiyle “blucinden” sitayişle bahsetmişti. 1991’de yayınlanan “Günler” kitabında yer alan yazısında “Blucini düşündüm. Blucin en doğal ve en dolaysız bir iletişim aracı” diyordu. Süreya’ya göre blucin “Temel bir gereksinimi karşıladığı için sağlıklı”ydı, üstelik “demokratik”ti. Demokratik oluşu, görünen o ki, her sınıftan insanın kullanmasından kaynaklanıyordu. Demokratik düzlemin kumaşta ve kıyafetteki karşılığıydı. Bundan övgüyle söz eden tek yazar Cemal Süreya olmayacaktı. 

MİNA URGAN’A GÖRE GERÇEK EŞİTLİĞİN SİMGESİ

Cemal Süreya’nın kitabından 7 yıl sonra yazar, çevirmen Mina Urgan’ın çok ses getiren kitabı “Bir Dinozorun Anıları” kitabı yayınlandı. Kitapta dikkat çeken detaylardan biri, Urgan’ın kendi deyimiyle “blucin” hakkında yazdıklarıydı. Urgan, Türkiye’de “blucin” modasını başlatan isimlerden biri olduğunu söylüyor, tıpkı Cemal Süreya gibi “blucinin” demokratik olduğunu vurguluyordu. Urgan, belirttiği üzere “80’ini geçtikten sonra artık giyemese de”, bu kumaştan yapılan pantolonları hep çok sevmişti. Üstelik sadece görüntüsü ya da kullanışı itibariyle bir beğeni değildi bu. Mina Urgan bu beğenisinin “politik nedenlerden” olduğunu söylüyordu. Kitabında “Erkek kadın, varlıklı yoksul bütün gençlerin, hatta bazen ortayaşlıların giydikleri bu pantolonları, kadın-erkek ayrımlarını da, sınıf ayrımlarını da yadsıyan gerçek bir eşitliğin ve gerçek bir demokrasinin simgesi sayıyorum” diyordu. 

Urgan’ın şaşırdığı bir nokta vardı kotlara dair. “12 Eylül rejimi sırasında, blucinlerin tehlikeli komünist eğilimlerin bir belirtisi olmakla suçlanıp yasaklanmamasına da hala şaşırıyorum” ifadelerini kullanıyordu. 

‘KOT KUMAŞTAN YAPILMIŞTIR KOVBOYUN DONU’

Meselenin iki yönü vardı. Süreya ve Urgan’ın altını çizdiği üzere “sınıfsızlaşmış” bir kıyafetti. İşçi sınıfı kıyafetinin orta-üst sınıfça da kullanılıyor oluşu bir ortak düzlem yaratmıştı. Evet, kumaşın dayanıklılığı ürünün işçi ve köylülerce kullanılmasını sağlamıştı. Ancak asıl popülaritesini Amerikan sinemasının kovboy konulu filmlerine borçluydu. Grup Vitamin’in şarkısında da bahsedildiği gibi, “Kot kumaştan yapılmıştı kovboyun donu.” Eninde sonunda bir metaydı, alınıp satılıyor ve sermayedarların kâr kapısı oluyordu. Belki geçmişte her sınıftan insanın giyiyor olması nedeniyle “demokratik” olduğu bile varsayılıyordu. Ancak kâr hırsının ürünüydü ve  işçiler için daha fazla sömürünün kaynaklarından biriydi. 

ARADA ‘KOT FARKI’ VAR

İngiltere’de II. Dünya Savaşı sırasında ceketlerin dirsek bölümleri epridiğinde, bu kısımlara yama yapmak bir zorunluluk haline gelmişti. Bu öylesine yaygınlaşmıştı ki, önce İngiltere’de, ardından neredeyse tüm dünyada dirsek kısımları yamalı ceketler moda olmuştu. Kotta da benzer bir durum yaşandı. Kot güneş altında sararıyor ya da işçilerin yoğun çalışmaları sırasında zamanla aşınıyor, beyazlıyordu. Zamanla yırtık ve beyazlaşmış kotlar moda oldu. Ancak bu, korkunç sonuçlara neden olan kot kumlama işini bir sektör haline getirdi. Kumlama yapan işçilerin kısa sürede slikozise yakalanması, ciddi akciğer sorunları yaşamaları kaçınılmaz oldu. Bu ölümcül hastalığa rağmen işçilere bu iş dayatması sürdü. Hiçbir güvencesi olmayan, depolarda, bodrum katlarda, kot farkından dolayı yer altı olabilecek odalarda çalışmak zorunda kalan işçilerin bedenlerinde geri dönülmez hasarlar bıraktı, bırakıyor kumlama işlemi. 

Belki bir dönem işçiler için üretilmiş kotlar her sınıftan insanın ortak kıyafeti oluyordu. Belki bir “imaj” ortaklığı yaratıp, ifade edildiği üzere iletişim öncülü hale de geliyordu. Ancak sermaye bu imajdan işçi hayatına rağmen para kazanmanın yolunu bir kez daha tutunca ortada “antidemokratik” bir üretim kalmıştı. Bay Kot’un kurduğu şirket nihayetinde kapıya kilit vurmuştu. Kot ise bir zamanlar varsa bile “demokratik” vasfını yitirmiş, işçi sömürüsünde başka bir baskı noktası olmuştu. İşçiler giysin diye üretilen kumaş, Mina Urgan ve Camal Süreya’nın övdüğü kıyafet ve bugün işçilerin hastalanmasına neden olan ürün arasında bir “kot farkı” vardı. Kota ilişkin övgülerde ise artık bir kota olduğu açıktı…Adil duyarlılık kotası.

ÖNCEKİ HABER

Gerçekten herkesi beyaza boyamak mı istiyorlar?

SONRAKİ HABER

Gülmenin tuhaf gerginliğiyle; Torun İstiyorum!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...