15 Şubat 2016 01:00

İhvancı politikalar Türkiye’yi felakete sürüklüyor

Paylaş

Serpil İLGÜN

İç ve dış politikayı birbirinden ayrı konuşmanın imkansızlaştığı ve gelişmelerin neredeyse saat saat değiştiği günlerden geçiliyor. Deneyimli gazeteci Ceyda Karan’la yaptığımız söyleşiyi yayına hazırladığımız cumartesi akşamı ajanslara düşen haberler, bu tespiti doğrular hızda ilerledi. Zira, Karan’la da konuştuğumuz başlıklardan biri olan Başbakan Davutoğlu’nun “güvenliğimizi tehdit ederse YPG’yi vururuz” açıklamalarının mürekkebi kurumadan, Türkiye ordusunun Kilis’te konuşlu obüs toplarıyla YPG’ye saldırdığı haberleri geldi. Yine, giderek afaki bir plan olmaktan çıktığı belirtilen “Suudi Arabistan’la Suriye’ye girme” planı kapsamında Suudi uçaklarının İncirlik’te konuşlandırıldığı, hatta 20 jetin üsse indiği iddia edildi.
Suriye’deki durumu sık sık sahaya inerek de yakından takip eden Cumhuriyet gazetesi yazarı Ceyda Karan, Münih’te alınan ateşkes kararından Suriye’ye kara harekatına, “Eyy Amerika” çıkışlarından göç dramına, sıcak gelişmelerin yolunu döşeyen pek çok başlığa ilişkin sorularımızı yanıtladı.


ABD yönetimi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki “PYD/YPG terör örgütüdür”, “Hayır değildir” şeklindeki söz düellosunu Davutoğlu bir adım ileri taşıdı ve “YPG güvenliğimizi tehdit ederse vururuz” dedi. Soru şu; AKP, Türkiye ile Halep arasındaki koridoru korumak, dolayısıyla bölgesel hedeflerini gerçekleştirmek için PYD’yi gerekçe yapabilir mi?
Öncelikle tehdit açıklaması o kadar saçma ki. PYD ne yapmış, kimi tehdit etmiş? Yani biz kimi savunuyoruz ki orada bize tehdit teşkil edecek? PYD ne yapacak, Türkiye sınırlarına saldırıda mı bulunacak? Onlar IŞİD’le ve kendilerine saldıran cihatçı gruplarla savaşıyorlar. Türkiye’ye dair bir saldırganlıkları yok ki.

“Güvenliğimiz” meselesi, gerekçe kılınır mı?
Zaten öyle gözüküyor. Türkmenler üzerinden kurgu yapmaya çalıştılar, olmadı. Açtıkları Bayırbucak diye -çoğu cihatçı gruplardan oluşan- Türkmen kartı da tutmadı. Sahadaki hiçbir hakikatle bu kadar uyuşmayan bir ilizyon yaratıp, onun üzerine politika kurarsan, sonunda hiçbir politikan hayata geçirilemez. Gönül isterdi ki Türkiye’yi yöneten siyasal İslamcı aklın sahadaki yeni şekillenme karşısında refleksleri farklı çalışsaydı. Kürtlerle işbirliği yapılabilseydi ama öyle bir siyasi akıl baştan beri yok. Kendi topraklarımızdaki Kürtlere zulmettiğimiz, onların akrabalarını da düşman bellediğimiz sürece hiçbir zaman barış içinde olamayız zaten.

Suriye Demokratik Güçleri’nin bir parçası olan PYD/YPG’nin bu denli hedef alınmasının sebebi ne? Suriye’de bir Kürt bölgesinin oluşmasından, “Kürtlerin bağımsızlığından” neden bu kadar endişe ediliyor?
Ben Kasım sonunda Rojava’daydım. Orada kimse Suriye’den ayrılmaktan, bağımsızlıktan falan söz etmiyor. Suriye’yi parçalamak vs öyle bir hissiyat yok. Suriye içinde özerklik talep ettiklerini ise biliyoruz. Zaten de facto elde etmiş durumdalar. Orda Kürt nüfus fazla olduğu için doğal olarak başı YPG/YPJ çekiyor. Ama nihayetinde Rojava’da birlikte bir yaşama iradesi sergiliyorlar, demokratik bir kanal oluşturuyorlar diğer halklarla birlikte. Bunu kadınları işin içine katarak yapıyorlar. Evet, bir sürü sorunları olabilir ama bu bir deneyim. Bizse cımbızla PYD/YPG’yi çıkarıyoruz. İkincisi, orada savaş var. Yani “PYD demokratik değil” diye bir cümle kurabiliyorlar ama bana sorarsan savaş koşulları içinde olabilecek en demokratik, en katılımcı sistemi inşa etmeye çalışıyorlar.

Başbakan Davutoğlu, muhalefetten gelen “Terör örgütü idiyse PYD ile neden görüştünüz” sorularına şu yanıtı verdi: “Çünkü o zaman çözüm süreci vardı. PKK yurtiçinde saldırmıyordu. Çözüm süreci devam ediyor olsaydı, PYD ile ilişkimiz de farklı olurdu.” Bu sözleri Cizre’ye, Sur’a bakarak nasıl analiz edersiniz?
Bu baştan iktidar meselesi zaten. Dış politika, elbette iç politikadan ayrılacak bir şey değildir ama bir de herkesi ilgilendiren ulusal çıkarlar vardır. Yani sadece İhvancı geleneği değil, onun dışındaki insanları da ilgilendirir. Ama bu demokratik, “tarafsız” bir yönetimin varsa mümkün. 7 Haziran seçimleriyle bağlantılı bir süreç yaşadık. HDP bir muhalefet gücü olarak büyüdü ve karşılığında 13 senedir ülkeyi yöneten parti parlamentoda çoğunluğunu yitirdi. Hükümet kuramadı. 7 Haziran’dan sonra Temmuz ayıyla beraber savaş Türkiye’ye taşındı. Ve bugün Cizre oldu, Sur oldu… Planlı biçimde yapıldı. İncirlik Amerika’ya açıldı, Türkiye birden bire o kadar nazlandığı IŞİD karşıtı koalisyonun “parçası” kılındı ve Kuzey Irak’a hava harekatı düzenlendi. Kürtler vurulmaya başlandı. Bunun ilk meyvesi kendileri açısından Kasım seçimlerinde yitirilen on puanın milliyetçilik gazıyla geri alınması oldu. Ama bunun ağır maliyetini toplum olarak yaşıyoruz. Dolayısıyla ben bu İhvancı, pan-İslamist, neo-Osmanlıcı politikaların Türkiye’nin felaketine ve yıkımına neden olduğunu düşünüyorum içerde ve dışarıda.

Selahattin Demirtaş’ın, “AKP’nin, kendi Kürtleriyle savaşı sürdürebilmek için Suriye’de savaşın sürmesine ihtiyacı var” değerlendirmesine katılır mısınız?
Tabii. Suriye’deki yenilgi içerde çok şeyi değiştirebilir. Suriye’deki savaş bu ülkeyi yöneten siyasi aklın bir yatırımıydı, o yatırımın tersine dönmesi, Türkiye’de çok şeyi değiştirebilir ve siyasi gidişatı derinden etkileyebilir. Nasıl olur bilmiyorum. Ama tabi çok daha vahim şeyler de olabilir.

O vahim şeylerden biri de Suriye’ye kara harekatı olasılığı. AKP cephesi, “değerlendiririz” diyor. Yazılarınızda buna olasılık vermediğinizi söylüyorsunuz ama giderek bir spekülasyon olmaktan çıkıyor görünüyor. Ne dersiniz, AKP bu adımı atabilir mi?
İşe realitelerden bakarsak, Türkiye’nin böyle bir maceraya kalkışmaması gerektiği açıkça ortada. Ama politikası tümden çöktüğü için temkinlilik payı bırakmak lazım. Ancak burada Rusya’yla savaş riskini göze alması gerekiyor. Suriye Kürtleriyle ve Suriye ordusu ve Hizbullah’la da öyle.. Aynı şekilde Amerikan yönetiminin hava desteği olmadan bir şey elde edebilmek imkansız. Üstelik daha vahimi, tüm bunlar küresel ölçekte bir savaşa da sebebiyet verebilir. Ben Amerikan başkanlık seçimlerinin olduğu bir dönemde Obama yönetiminin Rusya ile bu şekliyle Türkiye yüzünden kafa kafaya gelebileceğine doğrusu inanmıyorum. Türk topçularının YPG’yi vurmasına tepki gösterdiler, daha şimdiden rahatsızlar. Türkiye tek başına girerse, yahut Körfez’den ortaklarıyla girmeye kalkışırsa da bunun sonu hiç hayırlı olmaz. Uluslararası meşruiyet sorunu da cabası... Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olarak elinden geleni ardına koymayacağını anlamalıyız. Savaşı başlatmak kolay bitirmek zordur. Bir ordunun başka bir ülkeye girmesi kolay, çıkması zordur. Bu konuda deneyimliyiz de!

Suriye’ye kara harekatının Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül gibi AKP medyasının önde gelen isimlerince de desteklendiğini hatırlatalım. Şöyle gerekçelendiriliyor: “Bu müdahale olmazsa, birkaç yıl sonra Türkiye’nin parçalanmasını tartışıyor olacağız.”
Ama girince ne olacak? Azez-Mare hattında ne yapacak? Karşısında Suriye ordusu var, tekfirci gruplar var, bir kısmı intikam içinde olabilir. Her şey olabilir. Asıl Rusya var. Adamların uçağını düşürdün ertesi gün S-400 füze sistemini devreye soktu. Ne yapacaksın? Söyledikleri hiçbir şekilde realitelere uymuyor ki. Kendi hayal dünyasını politika diye yutturmaya çalışıyor. Savaşları çıkartmak kolay ama bitirmek zordur. Çok üzüntüyle izliyorum. Yüz binlerce insan ölmüş, milyonlarcası yerlerinden edilmiş… Komşu ülkeye bu kadar insani bedeller ödeteceksen, karşısında kendi ülkeni de enfekte edecek işlere sebebiyet oluyorsan, bu çok ciddi sorumsuzluk.

Suriye politikasında “Türkiye ne yapacak, politika değişikliğine gidecek mi” sorusu, “Erdoğan ne yapacak” sorusuna evrilmiş durumda. Şöyle deniyor; “Erdoğan Suriye’deki acı yenilgiyi sineye çekip gerçekçi bir tutum içine mi girecek, yoksa bir köşeye sıkışmışlık duygusu içinde güce mi başvuracak?” Ne dersiniz?
Yanıt, Türkiye’yi yöneten siyasal İslamcı aklın Suriye’ye bakışı ile alakalı. Bu akıl, içerdeki milliyetçi hissiyatla da giderek birleşti. Çünkü mecbur kaldı Erdoğan yönetimi o milliyetçi hissiyatın içinde bir sığınak aramaya. Bu ikisinin birleştiği bir süreçte şu noktaya geldik: Savaşı kendi içimize taşıdık. İktidar değişmedikçe bu politika/zihniyet değişmez.
Türkiye hükümeti Arap isyanları sürecinde kendisi gibi İhvancı çizgide, kendisinin kanatları altında, Türkiye’den Mısır’a uzanan bir Sünni hattı kurmaya çalıştı. Bunun bir ayağı Irak’ta olacaktı. Türkiye hükümetinin İhvancı, pan -İslamist, Osmanlıcı, hepsinin tuhaf, amorf bir bileşimi olan kafası, bunun olacağını düşündü. Ama olmadı çünkü karşılığı yok. Suriye içinde İhvan’ı destekleyen kitle savaş öncesi toplasan yüzde 20’yi bulmazdı. El Kaide baştan karıştı, işi silaha döktüler. O zaman şöyle yazmıştım; “filin zücaciye dükkanına girdiği gibi girilmesin! Barışçı çözüm aransın.” Çünkü bunların dönüp Türkiye’yi vurmama olasılığı yoktu.


PYD’NİN ETKİNLİĞİ ARTTIKÇA ABD-TÜRKİYE ARASINDAKİ MAKAS AÇILDI

Kimilerine göre Cumhurbaşkanı’nın “Eyy Amerika, karar ver” şeklindeki “diklenmeleri”, AKP Hükümeti’nin Suriye’de hiçbiri tutmayan politikalarının üstünün örtmeye çalışmasından. Kimilerine göre de bu Türkiye Amerikan ilişkilerinde tarihi bir kırılma/kriz anlamına geliyor ve iki ülke arasındaki makas hiç olmadığı kadar açıldı. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çıkışların ardında ne var?
Ben baştan beri Türkiye ile ABD arasındaki makasın açıldığını düşünüyordum. Özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan’ın da dahil olduğu grubun “Esad Suriye’de kimyasal kullandı” iddialarından sonra -ki Rusya’nın yanı sıra ABD de inandırıcı bulmadı- “kimleri silahlandırıyoruz” tartışmaları vardı ABD içinde. Ve geçen seneden beri PYD’nin, dolayısıyla Kürtlerin etkinliği, Türkiye ile Amerikan politikaları arasındaki makasın giderek açılmasına sebebiyet verdi. Bugün evirip çevirmeye çalışanların, “koridor moridor yok” demişti. IŞİD’e karşı direnen Kobani’ye yardıma geçit verilmek zorunda kalındı. Şimdi bir kısım muhalefet şunu diyor ya, “Salih Müslim kırmızı halılarla karşılandı” falan. Hayır efendim, arka kapılardan falan alınarak görüşüldü.

Yandaş medyada Türkiye’nin Suriye politikalarının boşa düşmesinden ABD sorumlu tutuluyor. Star başyazarı Ahmet Taşgetiren’e göre, “Türkiye ABD’nin kendisiyle hareket edeceği varsayımıyla Suriye’de bu kadar angaje oldu, ancak ABD bu birlikteliği göstermedi”...
Saçma argümanlar. Kendi başarısızlıklarının bütün sorumluluğunu başkalarına yıkmak kolay. Yok “bizimle oynuyorlar”, yok “Sykes-Picot’u yeniden düzenliyorlar” falan. Sykes-Picot tartışmaları daha derin, her mevzunun sebebi yapılıp duruyor. Geçelim. Sen ne yaptın? Bölgenin ülkesisin, bin yıllardır burada yaşıyorsun, yönetmişsin bu diyarları. Dolayısıyla senin bölgenin gerçeklerine daha vakıf olman gerekiyor. Sen vakıf değilsen, ABD istediğini yapar. Bütün bunlar içerdeki iktidarlarının sarsılması ile alakalı şeyler. Bu savaşın bu hale gelmesinde de bunun etkisi var ama dediğim gibi kafalarında yatan sahadaki gerçekliğe uymuyor.

AMERİKA MASAYI  ZORLUYOR AMA SAHADA BÜTÜN KOZLAR RUSYA’NIN ELİNDE

ABD ve Rusya’nın başını çektiği Uluslararası Suriye Destek Grubu’nun Münih toplantısında alınan ateşkes/çatışmasızlık kararını nasıl yorumlarsınız? Çöktü denen Cenevre 3’ten sonra bu karar sürpriz mi, daha da önemlisi sahaya nasıl yansır?
Ateşkes değil, ‘husumet içeren faaliyetlerin durdurulması’ diyorlar. Bu Nusra’nın vs vurulmaya devam edilmesi demek. Sahada kıran kırana bir yarış var. Geçen seneden beri ısrarla sahanın belirleyici olacağını yazmaya çalışıyorum. Hatta yılın sonunda çok hızlı gelişmeler olacağını yazmıştım. Rusya’nın müdahalesiyle Suriye’de işlerin yönü değiştirmişti ama Türkiye’nin gerçekten akılsız fikirsizce Rus uçağını düşürmesi tüm tabloyu değiştirdi. Dikkat edin son bir ay içinde çok hızlı ilerleme oldu. Amerikalılar diplomasi masasını zorluyorlar ama sahada Rusya ipleri ele aldı, Amerikalıların kozları azaldı. Çünkü birlikte yola çıktıkları müttefiklerinin politikaları çöküyor, dolayısıyla onlara güvenerek bir şey yapamaz halde. Ateşkes açıkçası şu noktada Rus tarafının, Suriye ordusunun ve müttefiklerinin işine gelmiyor.

Neden?
Çünkü Cenevre 1, Cenevre 2 süreçlerinde üstünlük Amerikan tarafındaydı. Tüm ateşkeslerin bitmesinde muhalefetin çok ciddi rolü vardı, şimdi tablo tersine döndü. Rusya husumetin durdurulmasını öneriyor ama çok ciddi bir sıkıntı var. Sahadaki grupların hangileri kast ediliyor. Suudiler Riyad’da bir sürü radikali de topladı, Ahrar-u Şam’ı falan da kattılar. “Ilımlı muhalefet” diyorlar ama “kim ılımlı” meçhul. “Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)” diyorlar. Fakat içlerinde ılımlılar yok denecek kadar az. Çoğu ya Nusra’ya katıldı, ya da ideolojik anlamda farklı pozisyonda değiller. Öncelikleri IŞİD’den çok Esad yönetimi. Rusya ve ABD ise artık Esad’ın devrilmesini açık biçimde istemiyor. Esad’ın da 2017 ortalarına kadar kalacağı bir geçiş sürecinde de uzlaşıldı.

Ateşkes kararı ve sahada rejim lehine değişen dengeler, Şubat’ta devam edeceği söylenen Cenevre 3’e nasıl yansır peki?
Cenevre 3’ün sürece katılacak gruplar yüzünden sıkıntıları çok. Muhalefetin eli zayıf. Bu yüzden ocak sonunda masaya oturur gibi yaptılar ama BM’nin Suriye temsilcisi De Mistura çareyi “pause” düğmesine basmakta buldu. Şimdi Şubat 25’te yeniden toplanabilecek mi, ben hiç emin değilim. Burada da De Mistura müzakereleri ‘önkoşulsuz’ ilan etmişti. Muhalifler ateşkes koşulu koydu zira. Yani her şey sahadaki duruma bağlı.


IŞİD MEVHUMUNU TÜRKİYE, KATAR, SUUDİ ARABİSTAN YARATTI

İktidar değişmedikçe Suriye politikasının değişmeyeceğini söylediniz ama kimi yorumculara göre Türkiye politikasını revize etmeye mecbur çünkü ABD’ye daha fazla direnemez …

Revize etmesi gerektiği zaten ortada. Fakat değişeceğini düşünmüyorum. ABD süper güç, kendi kafasına göre politika dizayn ediyor tamam, ama biz ne yaptık? Geçen sene ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile yaşanan krizi hatırlayalım. Adam alenen, “Suriye’de işler bu hale geldi çünkü Türkiye ile Suudi Arabistan ha bire kafasına göre grupları silahlandırdı, bütün bunları onlar yarattı” dedi, işin içinden kurtuluverdi. Ortalık birbirine girince Biden’in özür dilediği söylendi, o da dilemediğini söyledi vs. Sonra ne oldu ABD Kobani’de Kürtleri destekledi ve Kürtler IŞİD’ı püskürttü. Aslında IŞİD mevhumunu da Türkiye, Katar, Suudi Arabistan yarattı. Muhtemelen onlar İhvancı bir şey istediler ama o olamadı, olamıyor demek ki. Başka yerlere evrilebiliyor, bunun da senin kestirmen gerekiyor. Şimdi, Nusracıları ideolojik olarak çok farklı görüyorlar mı, birileri oturup sorsun. Batılılar soruyor. Akıllarına yatmıyor ama çok fazla tırmalamak işlerine gelmiyor. Peki, o zaman Suriye’de ne yapıyorsun? Böyle demokrasi mi getireceksin? Tümüyle cihatçıların egemen olduğu bir mantıktan nereden demokrasi çıkarıyorsun? Tek başına bütün sahada her şeyi şekillendirme gücün var mı, yok. O zaman şuna bakacaksın, uluslararası dengeler nasıl, benim müttefiklerim bu konuda ne yapıyorlar? Onlardaki dönüşümleri iyi izleyeceksin. Türkiye’yi yöneten siyasal akıl şöyle bakıyor olaya, “hıım, benim istediğimi yapmıyor, o zaman eyy Amerika!” Böyle diplomasi olmaz. Karşında somut olguların olduğu bir savaş alanında artık ne desen fayda etmez. Senin baş müttefikin istediğin politikaları uygulamıyor. Çünkü adam o politikaların bir sonuç vereceğini düşünmüyor. Sen istediğin kadar ısrar et, gücün yok yerine getirmeye. Dolayısıyla tümüyle çöker politikan. Sonuç da budur.

ORDU, SURİYE’DE “İŞGALCİ GÜÇ” OLMAYI İSTEMEYECEKTİR

Davutoğlu’nun tam da Suriye’ye kara operasyonu haberlerinin yoğunluk kazandığı bir dönemde, yanına Genelkurmay Başkanı’nı da alarak Suudi Arabistan’ı ziyaret etmesinin nasıl bir mesajı var?
Benim Ankara kulislerinden anladığım, Başbakan’ın bunu biraz iç siyasette kendine güç olarak kullanmak istediği yönünde. Genelkurmay Başkanı’nın tabii ki milliyetçi hissiyatı vardır, Bayırbucak Türkmenleriyle alakalıdır vs. ama ordunun Suriye’de sahadaki durumu değerlendirmeme olasılığı yok. O yüzdendir ki BM kararına vurgu yapılıyor. Ordunun bu tür maceraları istemediğine dönük haberler var. İstememesi de gerekiyor çünkü Türk ordusu son tahlilde “işgalci güçleri atmış” bir ordudur, şimdi başka bir ülke toprağına “işgalci güç” olarak sokulmak isteniyor. En azından buna direnecek bir takım odaklar olduğu anlaşılıyor yapılan haberlerden. Çünkü dediğim gibi, girmek kolay ama niye gireceğiz, niye kalacağız ve nasıl çıkacağız gibi sorunlar var. Ama tabii siyasi karar vericiler söz konusu olduğunda bir ihtiyat payı bırakmak lazım çünkü sözünü ettiğim İhvancı siyasetin hezimeti söz konusu. O yüzden de bizi bir ateşe atmaya kalkabilirler.

İSRAİL’LE GÖRÜŞME İÇ POLİTİKA ŞOVU

İçerde ve dışarıda savaş gündeminin yoğunlaştığı günlerde Hükümet, İsrail’le arayı düzeltme görüşmelerine başladı.  Nasıl okunmalı?
Değersiz yalnızlığın tezahürü diyelim! İsrail’le işlerin kolay kolay çözülebilecek şeyler olduğunu düşünmüyorum. Ancak iç politika şovu yaparlar. Çok net biçimde İsrail yönetimi, Türkiye’nin Hamas’ı güçlendirecek politikalar uygulamasına izin vermez. Deniz ambargosunu hayatta kaldırmazlar, karadan ambargoyu zaten kendileri hafifletmişti geçen yılki Gazze savaşından beri.

Zamanlaması “manidar mı” peki?
Her cepheden bu kadar darbe yersen, yani Mısır’da, Suriye’de darbe yiyorsun, Irak’ta zaten Başika meselesinden ayrı darbe yemişsin, İran’la ilişkileri rezil bir hale düşürmüşsün, Rusya’nın uçağını düşürmüşsün, Yunanistan’la ne olduğu belli değil, Kıbrıs’ta kendi içinde bir şeyler dönüyor ama onun da neye evrileceği henüz belli değil, yani etrafındaki bütün komşularla feci bir haldesin. Yahudi lobisinin Amerika’daki etkisinden faydalanma çabasıyla böyle bir işe girersin ama o da ayrı komedi. Kendi tabanına anlatması da kolay değil, çünkü “terör devleti” diye nitelendirdiler İsrail’i. Demedikleri kalmadı.

Tabana “İsrail ilk defa bir ülkeden özür diledi” denerek, diplomatik bir başarı olarak sunuluyor…
Valla işte bunu yerler mi? Çünkü son tahlilde o davalar düşecek, iş pratiğe geldiğinde kendi tabanını ezip geçecek. Mecbur, başka çaresi kalmamış. Bütün bu konuk etmeler, Zürih’teki görüşmeler falan Türkiye diplomasisinin acziyetinin en net tezahürleri.

SIĞINMACI KRİZİNİN 10 SENE SONRASI BATAKLIK

Türkiye, Halep kuşatmasının ardından yine büyük bir göç dalgası ile karşı karşıya ancak bu kez sınırları açmayıp, Suriye sınırında kamp kuruyor. “biz tek başımıza bakarız, kimseye muhtaç değiliz” tavrından, “niye sadece biz alıyoruz, enayi miyiz” noktasına gelinen göç olgusu nereye varacak?

Kitlesel göç, tarihin hiçbir döneminde hiçbir coğrafya için iyi bir şey olmamıştır. Çünkü kitlesel göçle beraber kültür çatışması çıkar, savaş çıkar. Bunlar gerçekten hazin şeylerdir. Dolayısıyla bunların yaşanmamasına dönük politikalar üretmek gerekir. Avrupa’da bu iş daha ciddiyetle ele alınıyor, bizdeki gibi “sokaklarda yatırırız, kerhanelere düşerler” şeklinde olmuyor. Bir düzene sokmaya çalışıyorlar. Bu arada kendi toplumlarını da korumaya çalışıyorlar. Yani Avrupalılara da sürekli “vay alçaklar” demenin bir alemi yok.
Avrupa’ya deniyor lakin sınırına sığınmacı yaklaştırmayan Suudi Arabistan’a, Katar’a denmemesi dikkat çekici. Ne dersiniz?
Doğru. Maalesef bizim siyasi iktidarımız çok insani yüzü varmış gibi gösteriyor ama sığınmacıları gerçekten kötü bir diplomasiye dönüştürdüler. Şantaj diplomasisi olduğu şimdilerde iyice ortaya seriliyor.

Kamuoyuna sızdırılan ve Erdoğan tarafından da kabul edilen, AB yetkilileri-Erdoğan görüşme tapelerini kastediyorsunuz?
Evet. Toplumun yarısı Erdoğan’ın o görüşmelerde bizim hakkımızı savunduğunu düşünüyor. Bizim hakkımızı savunmuyor ki orada, yaratılmasına sebebiyet verdiği korkunç bir insani dramı başkalarına karşı siyasi koz haline getiriyor. Çok çok ayıp buluyorum. En azından toplum olarak bunun ayıp olduğunun bilincine varalım. Toplum olarak ne hallere düştük. Utanç verici insanın liderlerinin böyle şeyler konuşuyor olması. Türkiye’nin namına nam katılmıyor burada, başka bir şey oluyor. Hem kendi memleketin enfekte oluyor, hem de yaratılmasında birincil dereceden sorumlu olduğun bir şey, başkalarının üstüne atılmaya çalışılıyor. Gerçekten büyük rezalettir. Ve tarih rezalet olarak yazacak bunların hepsini. Şu iyi bir şey değil; bir ülkede bir gerilim olduğu zaman, “bak bir sürü kamp kurdum” diyerek, onun promosyonunu yapmak değil mesele. Maharet, öyle bir yıkıma sebebiyet vermeyecek politikalar güdebilmek. Ama işte maalesef öyle olmadı. 10’lu yaşlardaki 600 bin dolayında çocuğun hiçbir eğitim almadan Türkiye içinde olduğu söyleniyor. Bunların 10 sene sonra 20 yaşında olacağını düşünün. Hani Almanya’ya gittiği zaman Almanya o 1 milyon sığınmacıya eğitim, sağlık, bir sürü şey sağlıyor. Türkiye’de öyle bir şey de yok. Doğu usulü takılıyoruz. Tamam bir şeyler yapılıyor, o kadar da yapılacak zaten ama çok ciddi sorunlar çıkacak 10 sene sonra. Yani bu sığınmacı krizinin 10 sene sonrası bataklık. Bütün bunlar işte sizin uyguladığınız politikaların fitil fitil kendi memleketinizin burnundan getirilmesi anlamına geliyor.

(Fotoğraf: Eren Bozbaş)

ÖNCEKİ HABER

Sultanın son baharı

SONRAKİ HABER

St. Pauli tribünlerinden Amedspor'a destek

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...