27 Aralık 2015 04:14

Nehre bakan şehirler

Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Doğu halkları uygarlığın kökenine İndus’u veya Mezopotamya’yı, Batı halkları ise Roma’yı ve Atina’yı koyarlar.  Doğu nehirler uygarlığıysa, Batı şehirler uygarlığıdır. Lakin tüm bu ezber betimlemeleri altüst eden temaslar vardır: nehre akan şehirler.  Kılıçla yarılan tarihi, düz çizgisel tarihi tarumar eden şehirler. Palmira onlardan birisidir. Şehrin ne kır, ne kent; ne batılı ne doğulu; ne kadın ne erkek; ne yerleşik, ne göçebe; ne tarımcı ne de tacir olmadığı yerleri işaret eder. Sınır kentleri her daim işgale açıktır. Sınırları silikleştiren şehirlerin bir dili vardır. Palmira kenti de kurulduğunda yerel ilahlar Mai ve Bolaya’nın mezar kabarması Aramicenin yerel bir versiyonu olan Palmira dilindendir. Ne sami ne ari; cennetin kendi dili vardır.  O şehirlere tam da bu nedenle akın hiç bitmez.  
Türkmenistan’ın Merv bölgesinden, Irak’ın Partkenti Vologesias’tan, İndus deltasından tacirlerin ithaflarını alır Palmira.  Şehrin bağımsızlık dönemindeki kadın yöneticisi Zenobia’nın Roma emperyal döneminin tapınak mimarisi korint sütunlarına inat şehrin yüzünü Fırat’a dönmesi uzun sürmemiştir.  Şehrin tüm değerli taşlarını çalarak, onu yeniden Roma’ya bağlayan Aurelianus’un zafer geçidinde, Tivoli’de altın zincirle bir tutsağa dönüştürülmüştü Zenobian. Plinius’un Palmira için dediği gibi, Roma ve Part imparatorlukları arasında sınır çizgisi olmak her zaman zordur. Kimsenin arka bahçesi olmayan herkesin ortak mirasıdır.  Cennetin dilini konuşmak için hem Yunan heykelleri gibi ferasetli hem de Baalşamin gibi oralı olmak gerekirdi. Mezopotamya’nın imrenilesi yüzü nehre bakan şehirleri böyleydi.  Şehirlerin kaderinde coğrafyanın orantısız bir yeri vardır. Bu yer, uygarlıkların geçişkenliğini işaret eder. Bir uygarlık bir yerlerde yıkılıyorsa başka bir yerden yeniden kuruluyor demektir. Ya da bir uygarlık bir yerlerde yıkılıyorsa başka bir yerlerde de yıkılıyordur. Yıkımın gücüyle insanlığın yaratıcı enerjisi arasındaki dengenin, geçişkenliğin ve hızın şiddeti yıkımın bir yaratıcılığa dönüşüp dönüşmediğini göstermiştir.
Palmira’nın dört yüz yıllık bu kaderinin ardından, bir Yunan Köyü’ne dönüşmesi ve on sekizinci yüzyıl ile birlikte antik dünyanın yeniden keşfiyle birlikte canlanması sonrasında insanlık bir kez daha keşfetti onu. 21. yüzyılda Mezopotamya uygarlıklarının topraklarında cereyan eden savaşlar, Palmira’nın mirasını bir “ortak miras” olarak kodlamıştı. İnsanlığın ortak mirası. Antik kent hayallerinin ve arkadya toplumu sonrasının mütemmim cüzüydü ya da  putperest dönemin, her türlü kötülüğün ilksel motifiydi bakıldığında görülen. Tüm bu emperyal kapitalist savaş aynı zamanda cennetin dillerinin de bir savaşıydı, oysa bir dili vardı Palmira’nın. Ne doğulu ne batılı bir dil. Tam da korkulan şey buydu, ulusların bir an için bile olsa topraktan ve dilden kopabileceğine dair modern endişe.  Tüm bu para pul savaşının bir de böyle modern yönü vardı. Palmira’yı kültür varlığı olarak parça parça antika tacirlerinin pazarına sunan bir dil. Satılansa bir doğu uygarlığıydı. Ama Romalı bir doğu.  Tarihi eser kaçakçılığı, tarihin emperyal döneminin bilindik bir hikayesiydi. Bilindik olmayan ve konuşulması gereken ise nehre bakan şehirlerin kendi diliydi. Bu şehirlerin yıkılmasının şiddeti, uygarlığın yeniden kurulmasından hızlı gelişiyorsa, bunun kendisi tüm bir uygarlığın yıkılışı demek olacak; Yok eğer Palmira’da yıkılan uygarlıktan daha hızlı kurabiliyorsak miras korunuyor demektir.  İşte bu yüzyılın savaşlarının yıktıklarına bir de böyle bakmak gerekecek.

ÖNCEKİ HABER

Rojava ve Güney’de kısa 2015 turu

SONRAKİ HABER

İktidarın ‘medya taburu’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...