27 Aralık 2015 04:44

Kadınların barış mücadelesinde 2015: -di’li geçmiş zamandan şimdiki zamana

Paylaş

Sevda KARACA

İki buçuk yıllık çatışmasızlık süreci kadınların savaşta ne yaşadıklarını ve barıştan ne beklediklerini tartıştıkları bir süreç olmuştu. Barış mücadelesini örmeye çalışan kadınların çabasıyla yapılan buluşmalarda, batıda ve doğuda kadınların birbirine hal hatır sormalarının politik bir içeriğe kavuştuğu 2013-14 yıllarında, “Biz savaşta bunları yaşadık”ı anlatmanın, “Böyle bilmiyorduk” diye dertlenmenin, ortak kadınlık durumlarına dair sonuçlar çıkarmanın bir zemini vardı. “Barışı, kadınların yaşadığı her türden eşitsizliğin giderilmesi için de imkan yaratılan bir toplumsal barış olarak kurmak” için ne yapmak gerektiğini konuştuğumuz, ulaştığımız kadınların sayısını artırmak için yol yöntem arayışında olduğumuz, çalınan kapıların açıldığı, sözün bir hükmünün, değiştirici bir gücünün olduğu zamanlar... -dı.
Kadına yönelik neoliberal-muhafazakar “savaş”, çalışma yaşamından toplumsal yaşamın tüm veçhelerine sızan “kadını aileye mahkum etme” operasyonuyla, kadınların kazanılmış haklarına karşı topyekun bir savaş olarak sürüyordu, hâlâ sürüyor. Bu topyekun savaşı görünmezleştiren, üzerine kara bir perde örten “görünür” savaşa bir çatışmasızlıkla ara verilmiş olması, büyük resme bakmamız, tartışmamız, konuşmamız için imkan sunuyordu.
Kadınların savaşı ve zorunlu göçü deneyimleme biçimleri kadın hareketinin gündemiydi. Kürt kimliği ve dili üzerindeki baskıların, cinsiyet ayrımcılığını ve kadınların üzerindeki ataerkil kontrolü nasıl pekiştirdiğini konuşuyorduk. Koruculuk sisteminin aile içi şiddet üzerindeki etkilerini ortaya koymak, kadınlara karşı işlenen savaş suçlarının cezasız bırakılmaması için mekanizmalar talep etmek adına dünya örneklerini inceliyorduk. Milliyetçi-militarist söylemin ve binlerce genç erkeğin çatışma bölgelerinde askerlik yaptıktan sonra kentlerine dönerken taşıdıkları travmaların, şiddet potansiyelinin ve bunun mevcut cinsiyet ilişkilerine, kadına yönelik şiddete nasıl yansıdığını konuşuyor, savaşın batıdaki ve doğudaki yüzünü bir madalyonun iki yüzü gibi irdeliyorduk. 30 yıllık kanlı bir savaşın ardından onarıcı bir barışın inşası için kadınların yaşadığı hakikatlerin ortaya serilmesi kadar, acıların giderilmesi için etkili önlemler, örneğin demokratik bir anayasada kadınların taleplerinin nasıl yer alacağı da tartışılıyordu. Müzakere masasında kadınların taleplerinin de yer alması için neler yapılabilir, sorumuz buydu.
Gözümüz kulağımız Ortadoğu’daki büyük dönüşümdeydi elbet. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren barbarlığın ayak sesleri arasında, kalıcı bir barış, bir kan deryası içre olmamak için kazanılması gereken bir “hak”tı.

‘MAKBUL KADIN’ İNŞASININ HARCI

Şimdi ise ölümün dünyasına geri döndük. Kürt kadınlarının yaşadığı zulme seyirci kalmaya çağrıldığımız, kendi “güvenliğimiz” için savaşa rıza göstermeye davet edildiğimiz, rıza göstermeyenin marjinalize edildiği, direnenlerin şiddetle hizaya çekildiği bir süreç bu. Herkesin kendi bacağından asıldığını söyleyen, sıra sana gelene kadar sesini çıkarmamayı dayatan ve nihayetinde herkesi bacağından asan bir süreç...
İnsanlara “güvende olmak” için en temel var olma haklarından vazgeçmesini salık veren bu sistematik saldırı, kadınları “makbul vatandaş” olmanın yanı sıra 19. yy’ın normlarıyla “makbul kadın” olmaya da zorluyor. Kadınlar bu savaş ortamında zarar görmemek için, iki yüzyıldır sürdürdükleri mücadelelerle kazandıkları haklarından ve özgürlüklerinden “kendi rızalarıyla” vazgeçmeye çağrılıyor: Eşitlikten vazgeçin! Adalet talebinden vazgeçin! Özgürlükten vazgeçin!
Devlet denetiminin ve şiddetinin her alana sızdığı bir toplumda, kadınların evde, sokakta, işyerlerinde yaşadığı şiddet, bizzat devletin gözetiminde ve onayıyla, kimi zaman asker, polis eliyle, kimi zaman ise koca, baba, sevgili, oğul eliyle, “istediği gibi olmayan” kadınlara uygulanıyor. Hukuk rafa kaldırılıyor; en geri ataerkil normlar toplumsal yaşamın kurucu unsurları haline getirilmeye çalışılıyor. Devlet şiddetiyle erkek şiddeti iç içe, el ele, bu “makbul vatandaş”, “makbul kadın” inşasında harç karıyor.

ARADAKİ BAĞ BOĞAZIMIZI SIKARKEN...

Ev içinde “tuzluğu uzatmadığı için” karısını çekiçle öldüren adamın pervasızlığıyla, polis baskınında “Ayağınıza galoş giyin” dediği için gencecik bir kadının öldürülmesi arasında böyle bir bağ var. Ekin Wan örneğinde olduğu gibi “teröristleştirdiği” kadının çıplak bedenine uyguladığı teşhir şiddetiyle, tecavüzcüsünü öldüren Nevin Yıldırım’a erkek katillere yaptığı hiçbir ceza indirimini yapmadan ağırlaştırılmş müebbet cezası vermesi arasında böyle bir bağ var. Cizre’de, Nusaybin’de, Sur’da, Silopi’de kadınları öldürürken devletin bizzat paramiliter yöntemler kullanmayı bir “hak” olarak görmesi ve buna rıza gösterilmesini beklemesiyle, Kayseri’de ayrı yaşadığı eşi Firdevs Vanlı’yı balkondan girdiği evde 13 bıçak darbesiyle öldüren Fatih Vanlı’nın “öldürme hakkımı kullandım” demesi arasında bir bağ var. Kürt illerinde kadın eş başkanları hapse tıktırıp yerel yönetimleri çalışamaz hale getirmesiyle, batıda kadınların eşitlik mücadelesinin karşısına iktidar yanlısı kadın örgütlerini çıkararak yeni bir “kadın gerçekliği” yaratmaya çalışmak arasında bir bağ var.
Savaş, öncelikli olarak Kürt kadınların yaşamsal haklarını ortadan kaldırıyor. Ancak aradaki bağ, hepimizi bu savaşın parçası ve kurbanı yapıyor. Ve iktidarın savaş yöntemleri, sessizliği, görmezlikten gelmeyi, korkmayı dayattığı için, hepimizi aynı zamanda savaşın faili haline getiriyor.

SÖZÜN ARASINA GİREN ŞİDDET PERDESİ

Kadınlara yönelik sürdürülen savaş, fabrikada taciz, ücret eşitsizliği, güvencesizlik, evdeki şiddet ve yoksulluğun katmerlenmesi, sokaktaki şiddet ve sokağa çıkmayı fiili olarak yasaklayan erkek egemenliğinin meşrulaşması, öncelikle kadınların susturulması, susmayanın öldürülmesi, ölümlerin normalleşmesi olarak yaşanıyor. Kadınlar arasına, devlet şiddetinin yarattığı ayrımlar, kamplaşmalar, kutuplaşmalar giriyor. Kadınların ortak sözünün arasına devletin şiddet perdesi çekiliyor.
2015 kadınların barış mücadelesi açısından “-di’li geçmiş zaman”la konuşmak zorunda kaldığımız bir yıl oldu; tartışıyorduk, konuşuyorduk, yapıyorduk, çoğalıyorduk... Savaş koşullarında “talepkar” değil, “savunmacı” pozisyonuna itildiğimizin bir göstergesi olan bu geçmiş zaman ekiyle kurduğumuz cümleleri şimdiki zamana taşımaya ihtiyacımız var. Daha çok tartışmaya, konuşmaya, yapmaya, çoğalmaya... 2016, kadınların barış mücadelesinin “nasıl” sürdürüleceğine, nasıl genişletileceğine kafa yorduğumuz, çok eylediğimiz, çok olduğumuz bir yıl olsun...

ÖNCEKİ HABER

Yeniden paylaşım kıskacında: 2015

SONRAKİ HABER

İç ve dış politikanın iç içe geçtiği bir yıl

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...