18 Ekim 2015 02:32

Ekmeği bölüşmek, zeytini çoğaltmak, BARIŞ’ı savunmak…

Paylaş

Halil İMREK

Barış mitingine güle oynaya gitmiştik. Yollarda şiirler okumuş, türküler söylemiştik.

Ankara o sabah günlük güneşlikti.

10 Ekim; barışı savunmaya, hayatı savunmaya gittiğimiz gündü.

Eşitlik istiyorduk, özgürlük ve kardeşlik istiyorduk. Birlikte yürümek, yan yana çalışmak, ‘Güneşin sofrasında’  yer almak aynı tastan su içmek istiyorduk. Ekmeği bölüşmek, zeytini çoğaltmak, güzel bir türkünün notası, İnce Memed’in ışıltısı olmak; korkmadan yaşamak, istiyorduk.

Çukurova’dan taşıdığımız barış türküleriydi. Hepimiz BARIŞ istiyorduk.

O gün herkes kendince bir koşuşturma içindeydi. Tatlı telaşlar, başka illerden gelen tanıdıklarıyla hasret giderme. Sonra çay, poğaça, simitle miting başlamadan bir şeyler yeme çabaları. Ve Ankara garındaki tuvalet kuyruğunda sıra beklemeler... Hayat canlı bir şekilde akıp gidiyordu.

Kitle sloganlar atıyor, bayraklarını, pankartlarını hazırlıyordu...

Halay çekenlerin neşesi ve türkü sesleri herkesi mutlu ediyor, atmosferi rahatlatıyordu.

İşte o an, tam o sırada:

1977 Taksim katliamından sonra büyük usta Ruhi Su’nun ölümsüzleştirdiği:

“Bu meydan kanlı meydan  
Ok fırladı çıktı yaydan  
Kalkın ayağa, kalkın  
Biz şehirden, siz köyden…”

Derken patlayan bombalar, parçalanan cesetler dünyamızı kararttı.

Tren garı önü patlamayla sarsıldı, hayat durdu. Yer yarıldı. Şehir cehenneme döndü. Kimimiz şaşkınlıkla yanındakine bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyor, kimimiz gayri ihtiyarı patlamanın aksi yönüne dağılıyorduk.

Ve ardından ikinci bomba patladı. İlk bombayla kitle dağıldığı için ikinci bombanın daha çok yayılmasıyla daha çok kişi hedef oldu.

Demek ki böyle planlamışlar.

Yaşlı-genç, çocuk, kadın-erkek ayrımı yapmadı patlayan bombalar. Barış için toplanan kim varsa... Bir filizkıran fırtınası yaşattı. Birlikte Ankara’ya gittiğimiz birkaç dakika önce kucaklaştığımız merhabalaştığımız onlarca yoldaşı çekip aldı… Babasız, annesiz kalan çocuklar… Çocuklarını toprağa vermek zorunda kalan anne ve babalar bıraktı.

Patlama sırasında gökten adeta üzerimize kan yağıyor ve ceset parçaları savruluyordu. Montumun üstü kıyılmış insan etiyle doluydu. O kadar çok kan dökülmüştü ki,  o kadar çok insanımız öldürülmüştü ki, çaresiz kaldık, ne yapacağımızı bilemedik. Kolumuz kanadımız kırılmış haldeydik. Bağrışmalar, yardım çığlıklarıyla tam bir felaketin ortasındaydık. Pankartları sedye yapıp yaralı taşıdık. Etrafta insan eli, insan ayağı, insan kafası vardı. Oluk oluk akan kan… Katiller garın önünü bir insan mezbahanesine dönüştürmüştü.

İKİ BOMBALI SALDIRIDAN SAĞ KURTULMAK…

İkinci defa bombanın içinden sağ çıktım. Adana HDP binasına yönelik bombalı saldırıdan ve Ankara’daki patlamadan yara almadan kurtuldum. Katliama tanıklık etmek hayatta kalmak bazen bir utanç, insanda suçluluk etkisi bırakıyor.

Hiçbirinin saçının teline zarar gelmesin, kimsenin tırnağı acımasın dediğimiz arkadaşlarımız yerde yatıyorken sağ kalmak çok zor geliyordu. “Neden ben ölmedim?” sorusunu kendime yönelttim.

Öyle tarifsiz bir acı ki. Yoldaşlarının parçalanmış uzuvlarını topluyorsunuz. Bu denli ağır bir acı çekmeye mahkûm oluyorsunuz.
Sana bir şey olmuyor ama yanında, gözünün önünde onlarca arkadaşının canı alınıyor. Bir taraftan ağlayıp diğer taraftan yardım etmekten, tanıklık etmekten hastaneye yetiştirmekten başka çarem yoktu. Öyle yaptım. Ağlayarak, kan ağlayarak. Öfke ve acıyla kavrularak.

Sonra hastane hastane, morg morg ölülerimizi aradık. Hepsi bizim yoldaşlarımız.

ÜÇ GENÇ KADIN ÜÇ FİDAN…

Adana’dan en çok Dilan, Şebnem ve Günay’ı aradık. Üç genç kadını, üç üniversite öğrencisini üç fidanı, üç genç yoldaşı. Dilan’ı Gazi Hastanesi morgunda teşhis ettik. Günay için birçok hastane gezdik. Umudumuzu yitirmiş halde morgda yatan bir kadına bakmaya gidiyorduk. Ölen kadının dövmesi olduğunu öğrenince Günay olmadığını anladık. Böyle, herkes tanıdığı ölü canını arıyordu. Yeniden Numune önüne döndüğümüzde hastane görevlisi bir adamın 20 yaşlarında kimliksiz bir kadın sözünü duyar duymaz atıldık “Biz arıyoruz yakınıyız” dedik. Yoğun bakımdaydı içimize göz yaşlarımızı akıtarak teşhis ettik. Sevindik, en azından Günay yaşıyordu.

ADLİ TIP ÖNÜNDE İKİ GÜN…

Ankara’da yitirdiklerimizle Keçiören Adli Tıp Kurumu’nda bir gece bir gündüz geçirdik. Hep ölülerimizi saydık, adını kayda geçtik. Teşhislere katıldık. Dayanılması zor bir acı... Katlanması olanaksız bir kahır, büyük bir öfke... Ankara’daki adli tıp kurumu, hiç olmadığı kadar kalabalık.

Adli Tıp Kurumu önü ailelerin feryat figan sesleri ile ağıtlarıyla acı ve yas yeriydi. Yer gök ağlıyordu. Otopsilerin ardından aileler, yaşamını yitiren yakınlarını teşhis ediyordu. Biz de EMEP Mersin İl Yöneticisi Şebnem Yurtman’ı arıyorduk.

Her anne her baba, her kardeş akraba, yakını, yoldaşı tanıdığı için oradan oraya koşuyordu. Onca ceset içinde alıp götüreceği canını bulmaya çalışıyordu. Her can bir eş, bir sevgili,  bir evlat veya anne, baba, arkadaş, yoldaştı.

Türkiye’nin her yerinden Bolu’dan, Sivas’tan, Adana’dan, Mersin’den, Silvan’dan her taraftan cenaze araçları gelmiş, barışa bombanın öldürdüğü canları bekliyordu. Bekliyorlar… Belki ölmemiştir, belki bu değil diye, arayış içinde. Ve insanlık acıyla test ediliyordu.

Umutsuz bekleyiş de bitti.

İsimler okununca içeriye girenler, girerken sessizce, sadece yaşlı gözlerle yürüyordu, çıkarken çığlıklarla, haykıra haykıra ağlıyordu.

Anneler Kürtçe, Türkçe, Arapça ağıtlar yakıyordu.

Adli Tıp’ta saldırıda daha az zarar görmüş olan bedenlerin otopsi işlemleri önce yapılıyor.

İsim okunuyor, teşhis yapılıyor, cenaze aileye teslim ediliyor ve yola çıkılıyor. Cesetlerimizin sayısı ile birlikte öfkemiz de artıyordu. Dün birlikte slogan attığımız, birlikte güldüğümüz, konuşan, yaşayan, o insanlar; bugün parçalanmış cansız bedenlerdi.
Çukurova’ya, Karadeniz’e, Kürt illerine, Ege’ye, Trakya’ya.. Ama her biri tek tek yüreklerimize gömülüyor.  

KAHREDEN ANONSU DUYUNCA GİTTİK

Şebnem’i bulamadık. Tam o sırada Adli Tıp Kurumu önünde bir görevli bahçe kapısının demirinin üzerine çıktı ve “Arkadaşlar; 17-18 yaşında bir genç kız teşhis için bekliyor. Böyle bir cenaze bekleyen varsa gelsin” duyurusu yaptı. Adana EMEP’ten beş altı kişi bekliyoruz. Yakınımız dedik ve Adli Tıp kapısından içeri girdim. Adlı Tıp’ın içi de dışarısı kadar kalabalık. İçeride de bekleyen onlarca cenaze aracı var. İçeride kurulan çadırlarda dışarıdaki çadırlarda bekleyenlerin ölü çocukları var.

Çadırlar kurulmuş. Şebnem Yurtman çadırda teşhis için bekletiliyordu. Çadıra gireceğim zaman iki gün boyunca Adli Tıpta olan Avukat Tugay Bek oradan çıkıyordu. “Gördüm... “ dedi. “Şebnem bu, girme.”  Yine de girmek istiyorum. Tekrar “Eminim oydu” diyor.

Sonra ikimiz de susuyoruz…

“Ölülerimiz toplanacaktır
Kenar köşe kasaba hanlarından
Deniz en güzel aşkken ayışığına
Küçük ve karanlık odalarda öldürülenler
Direnerek ve akarak ölenler
Yüceltilecektir
Anılacaktır ölümleri.”

(Fotograf: Özcan Yaman)

ÖNCEKİ HABER

Bunca zulüm, bu bezirgân saltanatı sürsün diyedir…

SONRAKİ HABER

Yasım 40 gün olacak ama ölümlere alışmayacağım!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa