14 Şubat 2008 00:00

AVRUPA GERÇEĞİ


Başbakan Recep T. Erdoğan’ın “Asimilasyon insanlık suçudur” şeklindeki sözleri Alman kamuoyunda hafta başından bu yana gündemin ilk sırasında yer alıyor. Erdoğan’ın neden durup dururken böylesine sert bir çıkış yaptığı en çok merak edilen noktaların başında geliyor. Eğer, kısa bir süre öncesine kadar yetkili bir devlet adamı ya da tanınmış bir şahsiyet Türkiye kökenli göçmenlerin asimile edilerek çoğunluk toplumuna uydurulması yönünde bir açıklama/çıkış yapmış olsaydı, Erdoğan’ın sözleri buna yanıt bağlamında bir anlam kazanabilirdi.
Ama, Almanya’nın gündemini yakından takip edenler bu yönlü bir açıklamanın ya da imanın en son altı yıl önce yapıldığını anımsayacaklardır. Dönemin Alman İçişleri Bakanı Otto Schily, “En iyi entegrasyon biçimi/formu asimilasyondur” demişti.
Günümüz Almanya’sında göçmenlere karşı ayrımcı, dışlayıcı bir politikanın olduğu açık bir gerçek. Ancak sistemli bir asimilasyon politikasının olduğunu söylemek doğru değil. Türkiye ile kıyaslandığında, örneğin vatandaşlığa geçişte Ankara’nın daha fazla asimilasyoncu bir tutum içerisinde olduğunu görmemiz gerekiyor. Almanya’da vatandaşlığa geçişte bir süre engel ve zorluk çıkarılıyor; ayrımcı testler uygulanıyor; ama Mehmet’in adı Marco, Elvan’ın adı Eva yapılmıyor.
Keza; Kürtlerin, Alevilerin ve diğer azınlıkların asimile edilmesi yönünde geçmişten günümüzde nasıl bir siyasetin izlendiğini hepimiz biliyoruz.
O halde; hiç kimse Türklerin asimile edilmesi yönünde bir çağrı yapmadığı halde Erdoğan’ın sert bir tavırla, meydan okurcasına “Asimilasyon insanlık suçudur” demesini, Almanya’dan çok Türkiye kökenlilere verilmiş bir mesaj olarak okumak gerekiyor. Göç sürecinin doğal sonucu olarak yüz binlerce Türkiye kökenli işçi ve genç, Türk vatandaşlığından çıkarak yaşadığı ülkenin yurttaşı oldu. Almanya’da resmi rakamlara göre vatandaş olanların sayısı 700 binden fazla. Vatandaşlığa geçiş basit bir yurttaşlık değişiminden çok, bundan sonraki yaşam merkezinin, geleceğinin hangi ülke olacağına dair önemli bir adımdır.
Erdoğan’ın/Türkiye’nin son çıkışı, içinde yaşadığı ülkenin kültüründen, sosyal yaşamından etkilenerek, Türkiye’yle ilişkisini tatile gidip gelmeyle sınırlandıran işçileri, özellikle de Almanya’da doğmuş büyümüş gençleri, “asimilasyon tehdidiyle” içe kapanmasını sağlamaktan başka bir şey değil. Erdoğan bununla kalmamış, Türk liseleri, üniversitelerinin açılmasını talep etmiş, Türk öğretmenleri göndermeyi teklif etmiş, en önemlisi de Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmen işçi ve emekçilere Türkiye’nin çıkarlarını savunma adına “elçilik” görevi yüklemiştir. Alman/Avrupa partilerinde politika yapan, çeşitli kademelerdeki parlamentolara seçilen Türkiye kökenlilere de “Türkiye’nin vekilleri” misyonu biçmiştir.
Bütün bunlar, Türkiye kökenli göçmenleri içinde yaşadığı toplumlardan koparma temelinden geçmişten günümüze sürdürülen siyasetin derinleştirilerek sürdürülmesi, bir “azınlık statüsünün” kabul ettirilmesinin bir ifadesi olarak görülmeli. Bugüne kadar daha çok dinci-milliyetçi çevreler tarafından gündeme getirilen Türk liseleri, kreşleri, üniversiteleri, hatta hastaneleri talebi artık Türkiye devletini resmi politikası haline gelmiş durumda.
Bu da Türkiye kökenlilerin Alman toplumuyla iç içe birlikte yaşamını istemekten çok, yan yana paralel toplumlar şekilde yaşamasını tasavvur etmekten başta bir şey değil. Ancak böylesine bir tasavvur, Türkiye egemenleri ve onların Almanya’daki uzantılarının Türkiye kökenli göçmenler üzerinde nüfuzlarını koruyabilir.
İşte Alman siyasetçilerinin, Erdoğan’ın “Türk liseleri” ve “asimilasyon” açıklamalarına geniş tepki göstermesinin başlıca nedeni bu isteğin açık ve net bir şekilde fark edilmiş olmasıdır. Gelinen aşamada, Erdoğan’ın sözleri uyum sürecine zarar verici, yıpratıcı bir etki yaratmıştır. Bunu fırsat bilen gerici muhafazakar politikacıların çoğu, Erdoğan’ın ziyaretinden yola çıkarak yeniden Alman halkı içerisinde Türkiye kökenlilere karşı önyargıları körüklemek için eteklerindeki taşları bu vesileyle bir kez daha döküyorlar.
Ve gidişat Frankfurter Allgemeine Zeitung’dan Berthold Kohler’in tanımlamasıyla “Türk sorunu”na doğru götürülüyor: “Ülkemiz şu sevimsiz soruyu kendisine sormalı: Eğer Türklerin çoğunluğu hiçbir şekilde liberal değerlerimize uyum göstermek istemezse ne yapılacak? Erdoğan’ın sözünü ettiği Türk okulları ve üniversiteleri kurulursa, Türkler bir gün kendi partilerini kurarsa, Berlin-Kreuzberg’de Türkçenin resmi dil olmasını isterse ne yapılacak? Bütün bunlardan sonra göç etmiş etnik bir azınlıktan söz edilebilir. Buna çok uzak değiliz.” (12.02)
Gelişmeler, Türk ve Alman egemen güçlerinin, Türkiye kökenli göçmenler ile Alman halkı arasında gerçek anlamda bir uyumun sağlanmasını engellemek, her iki devletin izlemiş olduğu gerici ve bölücü politikaların üstünü örtmek, kendi egemenliklerini daha kolay sürdürebilmek için, “Türk sorunu” diye bir sorun yaratarak halkları karşı karşıya getirmeye devam edeceğini gösteriyor. Ancak; 47 yıldır aynı fabrikada çalışan, aynı semti, apartmanı paylaşan Türkiye kökenli göçmenler ile Alman emekçileri bu gerici politikaları püskürtecek kadar birbirini tanıyor.


Yücel Özdemir

Evrensel'i Takip Et