10 Mart 2008 00:00
Tiyatro, reyting denen kağıttan kaplanın cazibesi altında
Yaklaşık 40 yılını tiyatroya veren Oyuncu-Yönetmen Macit Koper, yönetim değişikliğinin ardından İstanbul Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Yardımcılığına getirildi. Koper, tiyatronun amaç maddesi olarak tanımladığı toplumsal işleviyle ilgili kaygılarını dile getirirken, yeni projelerden ve tiyatronun geleceğinden umutlu olduğunu da belirtiyor. Koperle piyasa koşullarında sanat ortamı, şehir tiyatroları ve tiyatronun geleceği üzerine sohbet ettik.
Sayın Macit Koper, kısaca kendinizden söz eder misiniz?
Lise yıllarımdan itibaren tiyatroyla, 1978 yılından beri de sinema ile tanışıyorum. Birkaç yıllık eğitim ve amatörlükten sonra 1970 yılında Dostlar Tiyatrosunda profesyonel oldum. 1979 yılında Dostlar Tiyatrosu sanat yaşamına ara verince, İstanbul Şehir Tiyatrosuna girdim. Aynı tiyatrodan 1980 yılında 1402 sıkıyönetim maddesi ile atıldım, 1988de mahkeme kararıyla geri döndüm ve hâlâ aynı kurumda yönetmen kadrosuyla görev yapmaktayım.
Yıllardır sanat ortamının içindesiniz. Tiyatro ve sinema alanında üretimleriniz var. Bugün baktığınızda sanat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tiyatro öldü diyenler bile var, biliyorsunuz. Bu doğru değil, ancak; tiyatronun bu yolla saygınlığını yitirdiği de bir gerçek. Eskisinden daha fazla iyi tiyatro yapımı var, ki bu yeterli değil. Fakat seyirci eskisinden az, bu da yeterli değil. Tiyatro izleyicisi tiyatroyu besleyemiyor, tiyatronun da izleyicisini besleyebildiği söylenemez. Bu kopukluğun, bu buluşamamanın nedeni sadece televizyon, kötü yapımlar falan değil, fakat büyük oranda bu dediklerimizin etkisi de yok değil. Her manada etkilenmeden söz ediyorum.
Prodüksiyon, yönetim, oyunculuk ve içerik büyük oranda, reyting denilen kağıttan kaplanın hegemonyası ve cazibesi altındadır. Televizyon yapımları kendine özgü hızlı, sorumsuz, eklektik ve izleyicisinin zekasını aşağılayan bir estetik yaratmış, yaratmaktadır. Bu estetik tiyatromuza aynı reyting umuduyla sızmaya başlamış, sinemamızı ise büyük oranda ele geçirmiştir. Televizyonda üretilen izleyici zevki, aynı izleyici tarafından sinemada aranmakta, zaten son zamandaki sinemamız da -küçük bir yüzdenin dışında- tam da bu görevi yerine getirmektedir.
Özellikle tiyatro açısından baktığımızda sanatta toplumsal olan yaklaşım ve tarzlar sürgün edilmiş gibi. Ne dersiniz?
Toplumcu siyasetin Sovyetler Birliğindeki çöküşü, bütün dünyadaki toplumcu düşüncenin, sanatın kendini yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Aydınlanmanın Batıdaki gerçek kalelerinde bu biz şimdi ne yapmalıyız? muhasebesi, çeşitli felsefi boyutlarıyla irdelendi, irdeleniyor. Ancak bu arada, zaten epeydir piyasayı ele geçirmiş olan postmodern siyasetler iyice etkin olmaya başlamıştı. Farklı yaklaşımların, sınırları belli olmayan eğilimlerin yarattığı gittikçe genişleyen bu alanda elbette bir karmaşa, bir belirsizlik de söz konusu olacaktı. Sonucu her şey uyara varan bu ortamda, düşünce ve sanat üreten aldım kabul ettim diyen düşünce ve sanat adamları çoğaldı. Toplumcu ya da belirgin bir tarihsel estetik kurama dayanmayan, oradan buradan aldığını eklektik bir yapıma dönüştüren işler alabildiğine çoğaldı. Ne üreticisine ne de alıcısına zihinsel sorumluluk yüklemeyen bir pazar yaratıldı. Bu serüven ülkemizde de, her alanda, derin bir kanalda akmaya başladı. Sanırım genelde toplumsal yapıdan uzaklaşmanın nedeni bu. Kaldı ki; pazar mantığının iyice işlediği sanat alanı, toplumsal yaklaşımın yüzünü, satılmak ve satın almak uğruna değiştiredurmaktadır.
Tiyatroda yazarlık ve sahneleme teknikleri açısından yeni arayışlara bir yönetmen olarak yaklaşımlarınız nedir?
Önce şunu söylemeliyim; epeydir kıyısından köşesinden tiyatromuza yaklaşan uluslararası arayışlar, Grotowski, Barba, R. Wilson gibi örnekler pek müşteri bulamadı. Bulduğu noktalarda işin esasının pek iyi kavranamadığı gözlemlendi. Bir de bu uluslararasılık, küreselleşme çığlıklarıyla paralellik taşıyınca, kuşkular içinde kaldık. Ulusallık konusunda henüz anlaşamamışken bir de uluslararasılık fonksiyonu kafalarımızı iyice karıştırdı.
Tiyatroda yazarlık ve sahneleme yan yana getirildiğinde, benim gözümün önüne Türk tiyatrosunun yüzünü kesinlikle değiştireceğini umduğum bir resim geliyor. Bu resimde yazar tiyatronun içindedir. Yönetmen ve ekiple birlikte işbirliğine girmiş ve bir anlamda fildişi kulesine çekilip yaratmaktan vazgeçmiştir. Yönetmenle, ekiple birlikte çalışmaktadır. Ve yönetmenin ekibiyle yaptığı işin bir yaratım olduğunun farkındadır. Bu yolla hem yönetmenin hem de yazarın yeni anlatım yollarına düşeceklerinden ve izleyici ile bir iletişim noktaları bulacaklarından eminim.
Tiyatroda yeni yazarların ortaya çıkmamasının ya da şöyle sorayım, yeni yazarların tiyatro yazarlığına yönelmemelerinin sebepleri nelerdir?
Şöyle diyelim Yazar yetişmiyor değil aslında. Ama bunlar kendilerini deneyecek sahne bulamayınca, kendilerini de yeniden denemeyi göze alamıyorlar. Kolay altından kalkılacak bir alan değil tiyatro yazarlığı. Bu alan öznel ilgilerin epey aşılmasını talep eder. Israr ve deneyim gerektirir. Dediğim gibi, tiyatro dünyamız, yeni tiyatro yazarlarımız için ortamı hazırlamış değil. Bir de şu; az önce söyledim, yazarın yetişmesi ve gelişmesi için tiyatroya gelmesi gerekiyor.
İstanbul Şehir Tiyatroları yönetimine getirilen Orhan Alkaya ekibinin içindesiniz ve sanat yönetmeni yardımcısısınız. Tiyatronun yeniden itibar kazanması için yeni projeleriniz var mı, varsa nelerdir?
Yeni projeler üretmek, biraz da tiyatro sanatçılarının bu dönüşüme katılmasıyla mümkün olacak. İlk iş, tiyatronun moral dengesini sağlamaktı. Durum şimdilik sağlıklı görünüyor. Sanatsal projeler ve yeni oyunların tasarımları ağırlıklı olarak önümüzdeki sezona dönük düzenleniyor. Eksiği gediği tamamlanmadan da açıklamak pek yararlı değil. Sevindirici ve yüreklendirici olan şu; gerçekleşebilecek projelerin arasında kimi yeni tiyatro sahneleri var ve bunlar, şimdilik düşünce aşamasında. Ama yakın gelecekte tiyatromuza kazandırmayı hedefliyoruz.
Repertuvar politikasında değişiklik yapmayı düşünüyor musunuz ?
Repertuvar politikası elbette tiyatronun toplumsal işlevi yönünde geliştirilip olgunlaştırılacaktır. Bir kamu tiyatrosu olmamız da yasalarımız arasındaki öncülük görevimiz de bunu gerektiriyor. Bu yola engelsiz, tartışmasız bir biçimde girebilmek için aşılması gereken noktalar yok değil. Örneğin Repertuvar Kurulu denen ve başından beri karşı olduğumuz oluşum, ne yazık ki hâlâ yönetmeliğimizde var. Üstelik bu kurul -görevlerinin ne olduğunu iyi saptamadıklarından olsa gerek- zaman zaman tiyatroyu yönettiği sanrılarıyla kendini gösterebiliyor. Neredeyse teamül haline gelen engeller adım adım aşılacaktır diye düşünüyorum. Bu arada bir de repertuvar denli önemli, kalite sorunu var elbette. Kalitenin üstüne gidilecek elbette, yoksa tiyatronun amaç maddesi olan toplumsal işlev görülür hale gelmeyecektir.
Bugün tiyatro sanatının dünyanın ve Türkiyenin nesnel gerçekliğinin dışında bir estetik ve görsel pratikle kendini yaşatmaya çalıştığı yorumları yapılıyor. Bu nedenle de halkın tiyatroya ilgisinin iyiden iyiye azaldığı söyleniyor. Son olarak bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu yorumdan tiyatro görevini yapmadığı için halkın ilgisini çekmiyor denildiğini anlıyorum. Eh, bir miktar gerçeklik taşımıyor değil bu söylem, ancak tek başına yetersiz görünüyor bana. Daha önce de dile getirmeye çalıştım, tiyatrocu sanatçısı da, izleyicisi de aynı gemideyiz ve aynı süreçlerden etkileniyoruz. Etkilenme biçimlerimiz farklı elbette, fakat kalın toplumsal bir çizgide düşünürsek, her yanımızdan uçuşan ideoloji hepimizi kendine benzetmeye çalışıyor. Az buz değil, ekmek parasından yürek yarasına kadar her boy ve her cins çare öneriliyor bize ve çağımıza uygun sessel ve görsel kanıtlarla başka türlü adam olamayacağımız öne sürülüyor. Sıkı durmazsak sele kapılmak işten değil. İnsan olmak eskiden zordu, şimdi çok daha zor. İnsan yerine tiyatrocuyu koyarsak, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. (İstanbul/EVRENSEL)
Metin Boran
Evrensel'i Takip Et