14 Eylül 2008 00:00
yarına allah kerim!
İftar saatine, yani inananların oruçlarını açmaları için okunması gereken akşam ezanına yaklaşık iki saat var. Belki biraz daha fazla. Eminönündeki ramazan çadırının önü cıvıl cıvıl. Cıvıl cıvıl deyimi yanlış, belki hıncahınç demek gerekir, suskun kalabalığı tanımlamak için.
Az önce çadırın çıkış kapısının önünden geçtik Adnan Özyalçınerle. Çıkış kapısının önünde, üstünde polis yazılı demir küçük bir parmaklık duruyor. Bir engel. Arkasından çadırın içindeki masalar ve koltuk biçimi sandalyeler görünüyor bembeyaz, ışıl ışıl. Polis uyarılı engel, içeri saatinden önce birilerinin sızmasını önlemek için olmalı.
Çadırın yan tarafında elektrik direklerini tamir eden araçlardan biri var. Balkona benzeyen parmaklıklı uç kısmı tam lambanın hizasında. Adnan öykülerini anlatırken yaptığı gibi kara bir alaycılıkla açıklıyor durumu: çadırın içinde kimse yanlış yemek yemesin, çorba yerine pilava dalmasın, kaşığı ağzı yerine burnuna götürmesin, ne yediğini görsün diye ışık ayarı yapıyorlar. Gülüyorum ama ben de bu aracın orada ne yaptığını merak ediyorum. Kuyruklardan en kısa görünenine geçtiğimizde anlıyoruz, televizyon çekimi yapılıyor. Televizyonun kimliği ise biraz sonra sıraları dolaşan aktörle belli oluyor: TRT.
Aktörden başka bir söz bulamıyorum bu görevliyi tanımlamak için. Ortaoyununun Güllüsü ya da kuklanın İbişi gibi giyinmiş. Yanakları elma elma. Ama yüzü asık. Gülmediği için güldürmesi olanaksız. İbiş, İstanbul dışından gelen var mı diye soruyor. Soru, bu çadırda oruç açmak, hacca gitmek gibi bir fariza ya da sadaka gibi bir sünnet-i seniyeymiş de insanlar Konyaya Mevlâna dergahına gider gibi, kutsal bir görevi yerine getirmek için her gün alay alay Gaziantepten, Malatyadan, Karstan kalkıp bu çadıra gelirmişler gibi ciddiyetle soruluyor. Bir öğünü bedava geçiştirmek önemlidir zor zamanlarda. Bunu en iyi biz biliriz. 12 Eylülün işsiz bıraktıklarındanız ya. Yine de şehir değiştirerek karın doyurmak olacak şey değil. Adnanla birbirimize bakıyoruz. Kıkırdıyoruz.
Soru, İstanbul dışından gelenlerin kuyruktan çıkması gerektiği söylenecekmiş gibi kuşkuyla, katı bir suskunlukla karşılanıyor. Adam nerelisin diye sorsa Mardinli olduğu şivesinden belli olan amca İstanbulun fethine katıldığı günü anlatabilir sanki. Görevlinin imdadına elinde mikrofonla televizyoncu yetişiyor. O soruyu yeniden soruyor, Ben varım biçiminde kıpırdayanları kameranın yanına çekiyor. Yanıtları değil ama soruları duyuyoruz.
Nereden geldiniz?
Demek Eskişehirden; kaç kişisiniz, neden geldiniz?
Bu çadırı biliyor muydunuz, geçerken kalabalığı mı gördünüz?
Yarın ne yapacaksınız, nerede açacaksınız orucunuzu?
Demek yarına Allah kerim!
Gizli bir yoksulluk ve işsizlik
Adnanla çevremize yeniden bakıyoruz, yazın ucuz giyim kolaylığı var, acaba o yüzden mi çevremizde yoksul görünen kimse yok. Hatta, şu biraz şu banklardan birinde oturayım da yine sırama döneyim olur mu diyen gri kasketli adam, Mısır çarşısından bir esnafa benziyor. Önümdeki bir moda mağazasından fırlamış kılıklı delikanlı rahatlıkla, bir gazetenin magazin editörü olabilir. Sakal kesimi bile bu kuyruğa uygun değil, konuşması da. Biraz sonra Öğrenci misin çalışıyor musun diye soruyorum. Yanıt: Ne öğrenciyim ne de bir şey yapıyorum. Boştasın yani demem gerekir ama diyemiyorum, önereceğim bir iş yok ki... Neden? de diyemem. Ne yapıyordun daha önce?.. Bir ara eniştemle tekstil işi yaptık, sonra CD sattım, iyi de kazandım... Sonrası yok. O da neden hiçbir şey yapmadığını bana açıklamıyor, sözü değiştiriyor: birazdan açarlar kapıyı ama ben hemen almam yemeği, buz gibi oluyor. Zaten azıcık bir şey, ama ben alıştım doymaya o kadarla.
Arkamdan biri Elindeki dağıtılan kumanya değil mi? diyor. Amca ben onu sahurda yiyorum. Zaten içinde ne var ki... Bir meyve suyu bir küçük ekmek, bir dilim sayılabilir, biraz peynir ve zeytin, kahvaltılık gibi. Arkamdaki ince, zayıf, rengi kaçmış adam, yanına gelen çocuğun başını okşuyor, koluyla kendine bastırıyor. Baktığımı görünce açıklıyor: torunum. Sonra sanki kalabalıktan özür diliyor: sekiz yaşına basmadan oruç tutmasına izin vermiyorum. Çocuk sanki birazcık şımarıyor, el birliğiyle nasıl zeki göründüğünü, usluluğunu övüp okula gidip gitmediğini soruyoruz. Erken okula başlayışı, okumaya merakını anlatıyor dedesi. Çökük omuzları birazcık düzeliyor sanki. Bir de ablası varmış küçüğün ama dedesi yalnız onu iftara getirmiş, belki de bir ödül olarak. (Belki iki çocukla gelmekten çekindiğinden.)
Çok uzak bir ramazan gecesini anımsıyorum. Şatafatlı bir sofrayı. Osmanlı kültürünü savunan bir edebiyatçılar derneğinin İstanbul paneli sonrası davetlisiyiz. Şehzade Camisinin arkasında bir Osmanlı mekanı. Çıkışta birlikte iftar ettiğim yazar arkadaşlarımdan biri yedi yaşlarındaki oğluna sarılıyor; Şehzade Camisini gösterip, Bu şehzadenin davetlisiydin, onun sofrasında doyurduk karnımızı, başkasının nimeti değil diyor. Hangi travmayı silmek istediğini seziyorum. Sofranın üstüme bastığı tuz ekmek hakkı hafifliyor. Bu iftar çadırı sofrasındaki iftarın bir etkisi olacak mı?.. Nasıl silecek onu aile?.. Az ileride bir arabada dağıtılan kumanyada kavgalar var. Sıraya giremediği için kızıp giden koltuk değnekli adam. İtişip kakışanlar. Sordum, bin kutu kumanya geliyormuş.
Çadırda köpük yemek tepsilerine mercimek çorbası, kıymalı patates, makarna, su, ekmek ve ayran konuyor. İkişer üçer kaşık. Kimi masalarda çorbalar kasede. Masalarda oruç açacak hurma ve zeytin varmış. Ama tabakların çoğu boş. Sular küçük. Ben sıraların arasında dolaşan su satıcılarının nedenini anlıyorum. Bir masada kola şişeleri. Çadırın duvarında bir yağ firmasının afişi. Sponsor olmalı. Yemeği bir yüklenici firma hazırlayıp dağıtıyor. O akşamı kim üstlenirse o ödüyor. Az sonra, Eminönü belediye başkanının, iftarı veren eski devlet bakanının, üstlenici firmanın ve çalışanlarının ailesi için dua edilecek. Duaya amin diyenlerin de aileleri eklenecek tanrıdan bağış istemine.
Ben karşımda gülüşüp duran çocuk grubuna kaçıncı sınıfta olduklarını soruyorum, karma karışık yanıtlar ve kuşkulu bir okul adı: Aksarayın oralarda okulumuz. Hanginiz okuldan sonra çalışıyor? diyoruz, yanıt ortak: İş yok ki... Tabaklarındaki lokumların kaynağını soramıyorum...
Ben münafığım, münafık, yemek listesi dışında kontrol edilmeyen iftardan (yemek niteliği, kalitesi, miktarı) yüklenici firmanın kazancını hesaplıyorum. Görevli, giyimi yoksul, görünümü uygunsuz birini çadır kapısından kışkışlıyor. Kulağımda TRTcinin sesi: Yarına Allah kerim!
Sennur Sezer
Evrensel'i Takip Et