1 Mart 2009 01:00

KİRVEME MEKTUPLAR


Kirvem,
Senin de bildiğin gibi hayli zamandan beri üç paralık namusumuzla, yarım dirhemlik aklımızla iki çift laf geveleyip, böylece memleketimizin her geçen gün giderek daha da katmerleştiği için sürüsüne bin kere “lanet” okuduğumuz “meseleler”ine, bu ülkenin “sade suya tirit” bir “vatandaş”ı olarak, karınca kararınca da olsa, acaba çözümden yana en ufak bir katkı sunabilir miyiz telaşıyla bu köhnemiş beynimizin girdaplarında dönüp dolaşıp, bu uğurda terleyip tepinirken, beri taraftan her defasında da durup dururken, hani nasıl derler “Sen seni bil sen seni, yoksa patlatırlar enseni” misali yediğimiz silleyle boyumuzun ölçüsünü toprağı öperek alıyoruz…
Nitekim şu son günlerde gerek askeri cenahın gerekse bilumum “milli” kadroların “böyük” bir “titizlik”le, son derece “hassasiyet”le önayak olup hazırladıkları “Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İç Yüzü Belgeseli” sayesinde; bizlerin, yani yakim, hani bir zamanlar bu ülkenin İçişleri Bakanlığı koltuğunda “oturan”, şu sıralarda da keza bu ülkenin en saygın makamında, Büyük Millet Meclisi’nde başkan vekilliği göreviyle arada bir “oturum” yöneten çok “saygıdeğer” hanımefendinin “tescil”li nazik ifadesiyle tanımladığı “Ermeni dölleri”nin, ne kadar “kaknem”, ne kadar “kötü yaratıklar” olduklarını, hiçbir ayrım yapılmaksızın tüm okullara “resmi” kanallar marifetiyle gönderilen DVD’lerden ibretle izleyip, bir kez daha anlayıp, silbaştan ezberledik elhamdülillah!
Aslında feleğin bizlere layık gördüğü bu kelekçe tavır karşısında ister istemez “tosbağa” misali kendi kabuğumuza çekilip, hatta “böyük”lerimizin kendilerince uygun buldukları çeşitli vesilelerle ve de büyük bir “kibar”lıkla dillendirdikleri “Ya sev, ya da defol!!!” öğütlerine harfiyan kulak asıp, böylece önceleri tehcir, sürgün, kıtal derken son zamanlarda da “sözde soykırım” lafının da gari cılkı fazlasıyla çıktığı için, hafif yollu tornistanla şimdilik “1915 Olayları” namıyla geçiştirdiğimiz “mesele” sonucunda, hasbelkader günümüze ulaşabilen Ermeni döllerinin “tortu”ları olarak, Osmanlının mirası sonrasında kurulan cumhuriyetle birlikte edindiğimiz “sözde vatandaş” kimliğimizle avunup, bununla iyi-kötü yetinip, bir bakıma yerine göre bu ülkede hâl⠓kul” olduğumuzun bilinciyle etliye sütlüye karışmadan, ona buna bulaşmadan “üvey evlat”lığa fit olup geçinip gitmek yerine, nedense ve ne hikmetse illa da sadece “kâğıt” üzerinde değil, gündelik yaşantımızda da “hukuk”tan, “adalet”ten yana yağıp gürleyen, bu konuda mangalda kül bırakmayan devletimizin saflarında “eşit yurttaş”lar olmanın hayaliyle debelenip, hatta zaman zaman dilimizin döndüğü kadarıyla veya kısık sesimizle en tepedeki “yetkili” mercilere kadar bu “dilek”lerimizi aktarıp, dahası da, bunu “anayasal hak” olarak talep bile edooruz ama, nafile!
Nafile, zira her defasında sadece kendilerini bu ülkenin gerçek anlamda en has, su katılmamış en “vatansever” vatandaşları kategorisinde algılayıp, bunu da sanki noter huzurunda babalarından devraldıkları “tapu”larla kanıtlamaya kalkışanların kirli, kapkaranlık “gölge”sinde, gündüz gözüyle kaldırımlarda cansız bedenimizle yüzükoyun yatarak, boyumuzun ölçüsünü alooruz…
Sonra?..
Sonra, tıpkı “ayrık otları” misali ne denli zararlı mahluklar olduğumuzu, sabi sübyan her yaştaki talebelerin “talim-terbiye”sinden sorumlu “irfan yuvaları”na özel ulak ulaştırdığımız ve istisnasız bütün öğrenciler tarafından “kırk kısım tekmili birden” seyredilmesinin önemine vurgu yaptığımız DVD’lerden medet umarak, ne hikmetse her an kaybolmaktan korktuğumuz “milli birlik” ile “bütünlüğümüz”ü bu kafa yapısı ve bu zihniyetle güya koruyup kollamaya çalışooruz…
Daha daha sonra?
Daha daha sonra okullarımızda, teneffüslerde top peşinde koşuşturan garip, gariban, minnacık çocuklar içinden “Ali’nin, topu Agop’a” atmayışının utancını belki de farkında bile olmadan hep beraber mi yaşooruz, kim bilir…
MIGIRDİÇ MARGOSYAN

Evrensel'i Takip Et