10 Nisan 2010 01:00

Hayatımızdaki meselelerin filmleri yaygınlaşmalı


Yumurta ve Süt’ün ardından dün vizyona giren Bal’la Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi sona ermiş bulunuyor. Bal, 46 yıldan sonra Türkiye yapımı bir filme Altın Ayı getirdi. Yumurta’da anne evine dönen Yusuf, Süt’te o evden gurbete kaçıyordu… Üçleme geriye doğru bir seyir izlerken Bal’da da Yusuf’u şekillendiren çocukluğunu, babası vesilesiyle doğayla kurduğu ilişkiyi, okulda yaşadığı zorlukları ve baba figürünün amansızca hayatından uzaklaşmasını izliyoruz. Arkasına Çamlıhemşin’in hayranlık uyandıran bakirliğini alan film, Semih Kaplanoğlu’nun ifadesiyle hem Yusuf’un çocukluğuna hem de insanın doğayla sarmaş dolaş yaşadığı “insanın çocukluk” dönemine götürüyor. Gelenekselle modern, okulda öğrenilenle doğanın öğrettikleri arasında sıkışan Yusuf, bizi bir tartışmanın da içerisine çekiyor.

Yumurta’da eve dönen bir Yusuf vardı. Süt’te ise evden çıkan bir Yusuf. Yani ev hep merkezinde üçlemenin, ev yaşamı Bal’da nasıl karşımıza çıkıyor?
Bal’daki evi şöyle kurmaya çalıştım; doğayla evin birbirinden kopmadığı, birbiri içinde olduğu ve eridiği, dışarıya kapalı değil de, sınırlarının açık olduğu, doğadan çok kopulmadığı, doğaya çıkışın çok kolay olduğu bir ev. Biz çocukken ev, bizim bazı bilgileri okula gitmeden önce öğrendiğimiz, bazı alışkanlıklar edindiğimiz yer aslında. Eğer doğayla sınırları yoksa, o bilgi aslında daha da genelleşiyor, daha da derinleşiyor. Tespitiniz bir şekilde doğru, yani Yusuf’un huzurlu bir evde yaşadığı, eve dönmek ya da evden gitmek gibi bir derdinin olmadığı bir dönemi anlatıyor Bal.
BEN DE OKULDA ÇOK MUTLU DEĞİLDİM
Üçlemede Yusuf ‘un nezdinde modern ile geleneksel olanın çatışması söz konusu. Baba en geleneksel yöntemle karakovan balı çıkartıyor. Yusuf’un ondan öğrendikleri var, bir yandan da değişmekte olan bir dünya. Film bu çatışmanın içerisindeki Yusuf’un hikayesi. Bu insanın çaresiz olduğu bir çatışma mı? Yarın karakovan belki de olmayacak…
Aslında dışarıda görülen geleneksel ve modern arasındaki çatışmayı, biz en çok içimizde, ruhumuzda savrularak yaşıyoruz. Yusuf’un babadan öğrendiği kadim bir bilgi var, nedir? Şu ağaç, şu çiçek, şu böcek, doğa, bunun çiçeğinden şöyle bal olur falan. Bu okulda öğrenmediği bir şey. Doğanın bir bilgisi var, baba bir şekilde bunu öğretiyor, bir de okul var. Diğer öğrencilerle bir arada olduğu, belli bir rekabetin içine girdiği, okuma yazma öğrendiği, yeni bir öğrenme metodunu ona absorbe ettikleri, burada bir çatışma var aslında.
Ben mesela kendimden biliyorum, ilkokula gittiğimde çok da mutlu değildim, Yusuf gibi son okuyan öğrenciydim sınıfımdaki. Çünkü hoşuma gitmiyordu okul, okuldaki o sistematik durum. Nasıl Süt’teki delikanlının, gelecekte peynircilik ya da küçük işletme halinde hayatını sürdürmesi mümkün değilse, -şu anda bütün Anadolu’da gördüğümüz şey bu, hepsi ya işçiye dönüşüyorlar ya büyük şehre geliyorlar- burada da aslında o çocuk okul öncesi hayatıyla, okul sonrası hayatındaki çatışmayı yaşamış oluyor.
İNSAN OLMANIN ÇOCUKLUK ANISI
Tamamen doğaya teslim olmuş hayatlar yaşanıyor orada değil mi?
Sadece doğanın ritmiyle, doğanın verdikleriyle, doğanın döngüsüyle süren bir hayat bu. Karakovan balı alıyorlar mesela, Çamlıhemşin’de bile çok az kişi yapıyor. Artvin, Gürcistan sınırında, çekim yapmamıza güvenlik nedeniyle askeriye izin vermedi. Orada Gürcü nüfusun yaşadığı Macahel diye bir bölge var. Aslında Karakovan balını daha yoğun olarak onlar yapıyor. Orası çok daha bakir, çok daha ilginç bir yerdi.Yılın sekiz ayı yolları kapalı. Nisan gibi açılıp, eylül sonu gibi kapanıyor yine. Orayı bayağı araştırdım, çocuklar buldum, üç ay kadar orada bulundum ama olmadı işte.
Karakovanda peteği arı kendisi yapıyor. Peteği kendisi yaptığı için, normalde arı üç ayda 30 kilo bal yapacaksa, hayvancağız daha az bal yapıyor. Ama Karakovanın peteğini yiyebiliyorsun, çünkü saf bir şey oluyor. Şimdi o döngü tamamen ortadan kalkıyor, çünkü oraya yeni petekler koyuyorlar, şekerler koyuyorlar, böyle acayip bir sistem var. O doğanın, doğadaki hayatın, geçmişte yaşadığımızın, 100-300-500 sene önce var olan, hayatın doğanın döngüsüne göre dönmesini, yani insan olmanın çocukluğunun bir anısı olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bu filmi çok bakir bir alanı arka tarafa koyup, önüne de gelecekte şair olacak bir çocuğun duyarlılığını, gelişen dünyasını yerleştirmeye çalıştım. Yusuf’un babadan öğrenecekleri ve okuldan öğrenecekleri… bu ikisi arasındaki çatışmayı şeyi tartıştım.
Yusuf’un böyle bir karakter olarak ortaya çıkmış olması babasıyla ilgili kurduğu düşün kırılmasıyla mı ilgili? Babasıyla özel bir diyalogu vardı, sadece onunla konuşabiliyordu.
Süt’te ve Yumurta’da bir boşluk var aslında, babanın olmaması ya da öyle bir figürden yoksunluk… Babanın gidişiyle beraber başlamış bir açılma hali hayatla arasındaki. Babası ile devam etselerdi başka türlü çatışmalar, durumlar ortaya çıkacaktı ama olmadığı için bu şekilde kaldı.
ASLINDA HER FİLMDEKİ YUSUF FARKLI
Annenin pozisyonu çok enteresan, Süt’te izlediğimiz kadın çocuğuna, evine, evin etrafındaki sosyal ilişkilere çok hakim bir kadındı ama burada bu yönleri oldukça zayıf. Bu durumun merkezinde de mi adamın hikayeden çıkmış olması var?
Sanırım öyle, düşünmedim ama annenin görevi babadan sonra hem annelik hem babalık yapma, çocukla olan ilişkisinde ister istemez daha sert daha otoriter bir yapı kuruluyor. Motorsiklet kullanabiliyor mesela ve çocuğun hayatına belli oranda etkide bulunmak da istiyor. Hatta onu bir kıza bile yönlendirmeye çalışıyor. Çocuk da kendi hayatı içerisinde yeni bir adım atmaya zorlanıyor. Üç filmdeki Yusuf, birbirlerine çok yakın karakterler olmakla beraber aslında farklı Yusuflar. Bir anonim durum çıksın istedim. Dikkat ederseniz bütün filmler aynı zamanın içinde geçiyor, hepsi bugün, mekanlar da aynı mekanlar değil. Mekanları vurgulamak istemedim, çünkü. Çamlıhemşin’dir burası, orası Tire’dir. Kadınların başlarını örtme, örtülerini kullanma şekillerini bile biraz değiştirdim. Yerelliği o anlamda bir kavram olarak kullanmak istemedim. Benim ihtiyaç duyduğum şey, oradaki doğanın yoğunluğu ve gücüydü. Artvin, Toroslar, Yedigöller’e baktım, güçlü bir doğa duygusu olan bir yer istedim. Tire’de benim için bir kasaba ama o kasaba bir Ege ya da İç Anadolu kasabası anlamında değil. İç Anadolu’da, Kayseri’de, Konya’da, Urfa’da, Diyarbakır’da bir kasaba olsaydı, ister istemez yoğun bir yerellik, bir yapı girecekti, istemedim çok fazla ortaya çıksın.
Evrensel bir hikaye anlatmak için mi?
Biraz öyle, o yerelliği açtığımız zaman onu bütünüyle ve bütün halleriyle ele almamız gerekiyor.
Hikayenin küçük bir parçası olarak kalamıyor yani.
O zaman o turizm, bir tür oryantalizm oluyor. Çünkü ben orada yaşamıyorum. Bildiğim yerle mükellef tutmaya çalıştım kendimi.
Filmi oraya götürecek misiniz?
Rize’ye götüreceğiz. Çamlıhemşin’de sinema yok. Rize’nin merkezinde var, Pazar’da var. Çocuklar falan, halk, okulda toplanıp seyredeceğiz, emekleri çok çünkü. Sonra da yaz dönemi Çamlıhemşin’de buluşup, tekrardan bir gösterim yapabiliriz belki.
YÜZDE 2 ENERJİ İÇİN DERELERİ KURUTUYORLAR
Altın Ayı’yı alırken Karadeniz’de kurulacak santrallere karşı çıktığınızı ifade ettiniz…
Ama filmde yapmadım çünkü o gerçekten filmde görmek istemeyeceğimiz kadar kötü bir şey. Adamlar dereleri kurutuyor. Bir sürü dere var ince ince, bir yere topluyorlar hepsini, güçlü bir enerji ortaya çıksın diye ama dereler bitmeye başlıyor, hayvanlar oradan uzaklaşıyor. Ve beton giriyor, inanılmaz derecede ağaç kesiyorlar, eski koca koca ağaçları, hiç umurları bile değil. Oradan elde edecekleri enerji de açıkçası marjinal bir şey, yüzde 2 falan. Oranın halkını da oradan üç kuruş para kazanacak diye mecbur yapıyorlar. Söylediğin zaman da, “abi ne yapalım üç kuruş para kazanıyoruz” diyorlar. 6 ay sonra oranın inşaatı bittiğinde içecek su bulamayacaklar. Biz bunları Türkiye’de söylediğimiz zaman kimse umursamıyor ama dışarıda söylediğin zaman, belki biraz daha etkili olur diye. İlk aklıma gelen şey o oldu.
Yusuf’un emekçi bir ailesi var. Bal’da bu çok öne çıkıyor. Devamlı çalışan bir anne baba, konuşmaya biraz da bu yüzden mi zamanları yok?
Macahel’de, Çamlıhemşin’de gerçekten çalışan insanların evlerinde kaldım, kadınlar çay topluyor, sabahın 6’sında gidiyor, akşam dönüyorlar. Erkekler çayda fındıkta, bal işi çok az.. Eve geldiklerinde kadın yemek yapmaya çalışıyor, yiyorlar ve yarım saat sonra hemen uyuyorlar. Çünkü sabah erken kalkıp, bütün gün çalışacaklar. Çok konuşmuyorlar. Çok az laf, “yemeğini ye” gibi. Ekmeğini bile kendisi yapıyor, fırın, bakkal yok. Minibüs geliyor, açıyor tentesini, karton içinde satıyor, iki üç parça bir şeylerini alıyorlar. Haftada bir geliyor. Yamaç, evler tek tek, insanlar birbirini cuma günü, camide, cenazede görüyor. Voleybol oynuyorlar mesela çok enteresan. Macahel’de, imam, yaşlılar, hep birlikte maç yapıyor. Çok konuşkan bir hayat yaşamıyorlar. Sosyalleşecekleri hayat yok, bir evle bir ev arasında yarım saat yol var. Bağırıyorlar mesela, çığlık atıyorlar, garip bir anlaşma biçimleri var. Kahve yok, merkezde var ama çok kişi oturmuyor, çünkü o dönem en çok çalıştıkları dönem. Kışın yapacak bir şey yok, kar, her yer kapalı. 2000- 3000 metre yükseklikte yerler, nefes alamıyorsun, oksijen azlığı var.
(İstanbul/EVRENSEL)

DAHA FAZLA SEYİRCİ GELSİN DİYE EĞİLİP BÜKÜLEMEM

Filmlerin az izleniyor olmasının sizce nedeni ne? Ödülün bu durumu değiştirebileceğine dair bir umudunuz var mı?
Bilmiyorum, Tanpınar diyor ya hani, “Neden sevip sevmediklerini bilmezler.” Bir sebebi, yoğun rekabet. Filmleri 300-500 kopya ile giren, ona göre bir tanıtım bütçesi ile hareket eden yapımlar var, bir de bir tanıtım bütçesi yapamayan, buna parası yetmeyen filmler. Hoş bütçemiz olsa, tanıtım da yapsak, yine böyle bir şey olur mu bilemiyorum. Benim buradaki tek kaygım şu, 100-150 bin seyirci gelse filmlerimize, bu bir süre sonra yapacağımız filmlerin yapım garantisi demektir çünkü ben aynı zamanda yapımcısıyım filmlerimin. Niye filmler iş yapsın istiyoruz? Yat kat almak için değil, yeni filmler yapabilmek için.
Sizin ve benzer başka filmlerin seyirci ile görece az buluşuyor olmasının sizin sinemanıza, Türkiye sinemasına olumsuz etkisi var mıdır?
Yo, sonuçta iyi bir film yapma konusunda finans arayışına tekrar başlamak ve tekrar bununla ilgili çok uzun süre uğraşmak dışında bir şey yok. Daha fazla seyirci gelsin diye eğilip bükülemem, ne yapmak istiyorsam onu yaparım. Bunun dışında; derdi olan insanların kendi dertlerini ve kendi acılarını anlatacakları şeylerin dile getirilememesi ve onun diğer insanlarla buluşmaması, insanların komşularının ya da beraber yaşadıkları insanların yaşadıkları acıyı fark etmeden yaşamaya devam etmesi… bu güne kadar hep böyle oldu. Ancak bu filmler sayesinde, ya da bu tarz sinemanın dokunabildiği oranda, belki daha kuvvetli ve daha etkili olacaktır. Belki dile getirilme konusunda finansal açıdan zorluklar yaşanıyor. Gündelik hayatımızdaki meselelere temas eden filmler yaygınlaşabilse, bizim kendi içimizdeki sorunların çözümünde çok daha net, birbirimizi algılamamız açısından, daha doğru bir yapı çıkar diye düşünüyorum. Seyredilmemesi ya da bu tür filmlerin finansının sağlanamaması bundan çok daha önemli.

FAZLA DİYALOGTAN KURTULMAK İSTİYORUM

Karakterler duygularını sözlerle değil, daha çok hareketlerle, mimiklerle ifade ediyor. Neden az diyalog vardır Kaplanoğlu sinemasında?
Diyalogları atabildiğim kadar attım. Konuşma ihtiyacı gerekiyorsa tabii olmak zorunda ama gerekmeden anlatabiliyorsam, bunun yolunu bulabiliyorsam onu tercih ediyorum. Çünkü diyalog çok kolay bir şey; adam su içecekse içsin, niye bir de söylesin ki, bana çok saçma geliyor. Gündelik hayatımızda da eylemlerimizi yaparken aslında o kadar çok konuşmuyoruz. Ben şiirden beslenip, gelen birisiyim, bütün gençliğim boyunca şiir yazdım, hâlâ yazıyorum. Oradan aldığım bir tür disiplin bu, fazla kelimeden kurtulma, fazla anlamlandırmadan, fazla altını çizmekten… Nesnelerin, hayvanların, insan bedeninin, ışığın, hepsinin birden bir şey anlatabileceğini düşünüyorum. Sessiz sinema diye bir şey var, diyalog olmadığı dönemlerde yapılmış iyi filmler var. Sinemanın bu anlamda kendi başına bir şey anlatabilecek yetkinlikte bir sanat olduğunu düşünüyorum.
Riski var ama değil mi bu tercihin?
Tabii, anlaşılma meselesi en başta. İnsanlar diyaloğa çok önem veriyor, alışkanlık ve kolaylık var çünkü. İnsanlar artık televizyonun ekranına bakmadan kulaklarıyla izliyor. Annem yemek yaparken, arkası dönük ama kulağı orada. “Aa bak ne oldu” diye anlatıyor, ben anlamıyorum bile bakmadığım için. Bir de Yusuf kendini çok rahat ifade edebilen, çok kolay iletişim kurabilen, derdini çok açık ifade edebilen bir çocuk değil, biraz da bundan kaynaklanıyor.
Çağdaş Günerbüyük - Devrim Büyükacaroğlu

Evrensel'i Takip Et