30 Nisan 2002 21:00

'Diyarbekir'de bağlar vardı!..

Sanat, yaşamın sürdüğü her yerde sahne alan canlı bir eylemin gizli görüntüsüdür şüphesiz. Nitekim insanlık ailesinin tarihteki etkinliklerinin çoğu, bilgisinin resim, mimari, heykel gibi sanat alanlarındaki faaliyetlerde karşımıza çıkması; bizi bir o kadar da sanatın yaşamla olan sıkı ilişkisinin su götürmez bir gerçek olduğu bilgisine götürür. Çağlar boyunca sanatçı, yazar ve mimar kimliğine sahip insanlar bunun taşıyıcısı oldular. Bugün, bir kültür kenti olarak bilinen Diyarbakır sanat ve mimari yapısında şifrelendirdiği birçok motifiyle evsahipliği yaptığı birçok uygarlığın yaşam biçiminin bilgisinin de taşıyıcılığını yapıyor.

Mar Toma mabedi Mimari yapısıyla ve dokusunda nakşedilenlerle birçok uygarlığa ayna tutan Anadolu'nun en eski camisi olarak bilinen Diyarbakır Ulucamii bunlardan biridir. İslam orduları tarafından fethedildiği zaman "Saignt Toma veya Mar Toma Kilisesi" olarak bilinen bu yapının ilkin üçte birinin sonradan da tamamının camiye çevrildiği biliniyor. Daha önceleri bir tapınak olan bu yapıda bugün heykel denilen ve Hanefilerin ibadet kısmının orta yerinde en yüksek bölümü oluşturan kısmında vaktiyle bir put bulunduğu ve bunun günümüze kadar geldiği de söylenir. Şu an hakkında yazılanlar dışında herhangi bir ize rastlanılmayan put için 1046'da Diyarbakır'ı ziyaret eden İranlı şair ve bilginlerden Nasır-ı Husrev; "Ulucami, karataşla yapılmıştır. Öyle bir mükemmel yapıdır ki; ondan daha düzgün, ondan daha sağlam yapılmasına imkân yoktur. Caminin içinde iki yüz küsur taş direk vardır. Her direk yekpare taştandır. Direklerin üzerine hepsi taştan olmak üzere kemerler yapılmıştır. Kemerlerin üstüne de (şimdi doğu ve batı cephelerinde olduğu gibi) yine bir sıra küçük kemer vardır. Bu mescidin bütün damları kubbelerle örtülmüştür. Her tarafı oyma işleriyle, nakışlarla süslenmiş, boyanmıştır. Mescidin (şimdi heykel denilen) ortasında büyük bir taş vardır; o taşın üstünde bir adam boyu yüksekliğinde, çevresi iki arşın gelen pek büyük yuvarlak bir taş havuz konmuştur. Havuzun ortasında pirinç bir lüle vardır ki, oradaki fıskıyeden berrak bir su fışkırır. O suyun nereden gelip nereye aktığı görünmez" diye yazar.

Nakşedilen kült Doğu, batı, kuzey ve güney olmak üzere dört cepheden oluşan Ulucamii, her cephesi farklı mimari özellikleri taşımakla birlikte, cephenin her bölümünde yer alan Korinth düzenindeki sütunlar, camiye Grek mimarisinin güzelliğini katıyor. Caminin giriş kısmının iç cephesinde put tapınımı döneminde duvarlara işlenen asma yaprağı figürü de, bugün "Diyarbakır etrafında bağlar var" türküsündeki "Bağ" kavramında yer bulurken, bu aynı zamanda "Bağcılık" kültürünün ortaya çıkışına kadar götürecek bir tarih yolunu aşındırıyor bize. Nitekim Greklerin baştanrısı Zeus ve Semele'den doğma, ayrıca Grek panteonuna sonradan girmiş olan Şarap Tanrısı Dionysos'un kültü şarapçılık hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Bu konuda sözü önce Euripides'in Bakkahalar Tragediası'nda (MÖ 5. yy) kendisini anlatan Şarap tanrısına bırakılım: "Ben Zeus'un oğlu Semele'nin şimşek içinde doğurduğu tanrı, Thebai toprağına ayak bastım. Tanrısallıktan soyunup insan şekline girdim. Lidya'nın altın ovalarından, İran'ın güneşten kavrulan topraklarından, Suudi Arabistan'dan, buzlarla örtülü Media'dan kısacası Asya'dan geliyorum." Bir başka kaynakta da "Tomolos (Toros) dağını aşarak geldim" der Dionysos. Tanrı ile özdeşleşen asma yaprağı veya üzüm salkımı betimlerinin kültünü yaydığı bölgelerde sıkça karşımıza çıkması da şaşırtıcı bir durum değildir. Kutsal kitaplarda özellikle de Ahd-ı Atik Tevrat'ta Nuh Tufanı destanında şöyle anlatılır bu kültürün ilk tohumunun ortaya çıkışı: "Tufandan sonra sular çekilir. Nuh, çocukları ve gemidekiler, toprağa ayak basarlar ve Nuh çiftçiliğe başlar. Bağ diker, üzüm alır, şarap yapar. O günden bu yana da bu coğrafyada en kaliteli üzümlerden en iyi şaraplar üretilir."

Haramın pazarı Yaklaşık 1400 yıl önce bölge coğrafyasının İslamiyet'le tanışmasının ardından şarabın haram sayılması sonucunda bağcılıkta da şarap üretimine uygun olan üzümden, yeme amaçlı üzüm üretimine geçildi. Ortaçağ Avrupası'nda üzüm asmalarının bir dönem hasatlanması şarap üreticilerini ciddi ölçüde düşündürmüştü. Ancak aynı dönemlerde Osmanlı'nın şaraba yasak koyması onları rahatlatmış, şarap üretiminin Anadolu'ya kaymasına engel olmuştur. İşte "Diyarbakır'ın etrafında bağlar var"ın hikayesi de böyle. Eski Diyarbakır'da çokdinli ve çokkültürlü yapı nedeniyle özellikle Hıristiyan evlerinde, bu üzümlerden üretilen şaraplar tüketilirdi. Bugün de pazarının olması nedeniyle Türkiye'nin en kaliteli şaraplık üzümünün Boğazkere-Diyarbakır çevresinde üretildiği varsayılır. Alıcısı da sipariş olduğu için hazırdır.

Evrensel'i Takip Et