22 Mart 2015 04:19

Yönetenler giremez!

İngiltere’de Oxford’un geleneksel olarak Oxford mezunu siyasetçilere verdiği fahri doktorayı 1985’te dönemin başbakanı “demir leydi” Margaret Thatcher’a vermediğini ve bunu da kendisinin eğitim alanındaki politikalarının İngiltere eğitim sistemine zarar verdiğini söyleyerek ilan ettiğini de biliyoruz.

Paylaş

Ömer Furkan ÖZDEMİR

Platon, Sokrates’in idamının ardından terkettiği Atina’ya yeniden dönüp “Akademi”sini kurduğunda, kapısına şu yazıyı yazmıştı: Matematik bilmeyenler giremez! Önce kestirmeden özetimizi ortaya koyalım ve yazımızın sonunda bağlamımızın diğer tarafındaki unsuru yazmak üzere başlamış olalım: Bilinen ilk bilimsel çalışmaların başladığı Mezopotamya ve Mısır’dan, özgür düşünme ve bilimin ilk filizlerini verdiği Antik Yunan’a ve uzun bir aradan sonra ilk dönem İslam düşünürlerinin bir süre sonra sönümlenecek de olsa atılımlarına ve sonrasında bu kez karanlık bir ortaçağ dönemi sonrasında rönesansla yeniden ve bir daha geri dönülemeyecek kadar hızlı bir ilerlemeyle, bugüne değin bilimin ve özgür düşüncenin tarihi; insanlık tarihindeki ilerleme ve duraklama dönemleriyle paralel gelişmiştir. Bu gelişme, bilimsel çalışmaların Mezopotomya ve Mısır’daki faydacı ve pratiğe dayalı niteliğinin Antik Yunan’daki evreni anlama isteğine bürünmesine ve uzun bir aradan sonra rönesansla doruğa ulaşan özgür düşünme ve bilimsel araştırmanın temellerinin tartışılmaya başlanmasına değin geçirdiği evreler itibariyle değişmeyen tek bir şey olmuştur: Siyasi iktidarların bilim ve düşünce üzerinde hakimiyet kurma istekleri ve böylelikle bilimi egemen olanın/yönetenin çıkarları doğrultusunda şekillendirip kullanma ve düşüncenin de hakim olanın düşünceleri doğrultusunda şekillendirilmesi çabaları. Eklemeden geçmeyelim: Tarih boyunca “ilerleme”nin egemenler aracılığıyla değil, tam tersine, asıl olarak kendi egemenliklerini koruma ve sürdürme arzusuyla ilerleme önünde engel oluşturan egemenlerin alaşağı edilmesi yoluyla gerçekleştiğini bir kere de buradan yazmak tarihin yazdığını gereksiz bir cümleyle tekrar etmekten farksız olacaktır kuşkusuz…
Şimdi bir diğer uğrak noktasına bakıp öyle devam edelim: “Antik Yunan demokrasisi”nden bugünkü “demokrasi”lere, eşitlik ve özgürlüğün hem bir keskin gerilim hem de kopmaz bir karşılıklılık içerisinde sürdürdüğü ilişkinin bugünkü dünyada egemenlerin/yönetenlerin bilimle ve özgür düşünceyle imtihanları karşısındaki konumuna ve işlevini hatırlayalım, yani bilim ve düşünce özgürlüğünün demokrasi ile ilişkisine… Yani “akademi”nin bunları içermek üzere özerkliğine… Gerekli hatırlatmayı yapabildiysek devam edelim…
Ve nihayet derdimize gelelim: Ne bir araştırma-inceleme yazısı ne de bir bilimsel makale kaygısı gütmeyen dahası bunu yapamayacak kadar sınırlı klavye vuruşuyla çerçevelenmiş bir gazete yazısı olan bu yazının; uzun (ve soyut olup olmadığının tartışmaya açık olduğunu yazarının da kabul ettiği) giriş cümlelerinin ardından aslında “kısaca” tartışmak istediği şey ise geçtiğimiz haftanın ülke gündeminde sınırlı bir yer tutan iki gelişmesidir: Kocaeli Üniversitesi’nin cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “fahri doktora” ünvanı verilmesini kararlaştırması ve İstanbul Üniversitesi’nde rektörlük seçimlerini kazanan (ve bu yazı yazıldığında hala “YÖK onayı” ve “cumhurbaşkanın ataması” sürecinin gerçekleşmediği) Prof. Dr. Raşit Tükel…
YÖK kurulana kadar Türkiye’deki üniversitelerin toplamda 50 fahri doktora verdiğini biliyoruz. YÖK’ün kuruluşundan bu yana bu sayının artık binlere ulaştığını da biliyoruz. Hatta örneğin İngiltere’de Oxford’un geleneksel olarak Oxford mezunu siyasetçilere verdiği fahri doktorayı  1985’te dönemin başbakanı “demir leydi” Margaret Thatcher’a vermediğini ve bunu da kendisinin eğitim alanındaki politikalarının İngiltere eğitim sistemine zarar verdiğini söyleyerek ilan ettiğini de biliyoruz.
“Piyasada karşılığı yok” denilerek kapatılan bölümler, kaldırılan dersler olduğu gibi “toplumsal gelişme”nin dinamiği sayılıp korunarak geliştirilen -az da olsa- programlar olduğunu da biliyoruz.
İş cinayetlerini “doğal” karşılayarak işverenlerin ve hükümetlerin aklanmasını sağlamaya çalışan akademisyenler olduğu kadar emeğin en yüce değer olduğunu savunan ve “işletme”nin değil, çalışanın, insanın merkezinde olduğu bilimsel çalışmalar yapan akademisyenler olduğunu da biliyoruz.
Artık hemen herkesin bildiği şu “nasihat” anekdotunda olduğu gibi: “İyi eğitilmiş mühendislerin nazilere gaz odaları inşa ettiğini” de biliyoruz.
Bir taraftan bu ülkede “yukarıdan gelen rica ile”, “Kürt diye bir millet olmadığına dair “bilimsel” rapor” hazırlayan üniversite kurulları olduğu gibi doktora öğrencilerinin bu “hassas konu”daki bilimsel tezlerini “Yukarıdan gelen her türlü baskıya karşın” akademik kriterlere uygunsa kabul eden jürilerin olduğunu da biliyoruz.
En çok oyu alan rektör adayı yerine (Aslında en çok oyu almanın kişiyi rektör değil de “rektör adayı” yapması garabeti bir yana) 1 oy alanın rektör olarak “atanabildiği” bir ülke olduğumuzu da biliyoruz.
Türkiye’de akademi tarihinde, bilimsel özgürlüğü korumak adına siyasilere fahri doktora verilmesi gibi işlere girişmeyen; öğretim üyeleri, çalışanları ve öğrencileriyle her sorunun ve talebin tartışılabildiği ve karara bağlandığı mekanizmaları yaratmaya çalışan rektörler; hatta kendi öğrencilerini polis şiddetinden korumak adına polisin karşısına çıkan Cahit Talas gibi dekanlar ve Erdal İnönü gibi rektörler olduğunu da biliyoruz.
ÜNİVERSİTENİN İRADESİ
Kendi iradesini milli irade sayarak “milli iradeye saygı” diyenlerin “üniversitenin iradesi”ni mevzubahis dahi etmediğini biliyoruz…
Peki bu dağınık ve birbirinden bağımsız cümleler bize hangi çerçeveyi sunar? Üniversitelerin ve onların şahsında bilimin, yönetenlerle, yönetenlerin “gölge etmesi” ile bitmek bilmez mücadelesini…
Bu çerçeve de bizi şuraya götürür: Üniversiteler, insanlığın ilerlemesinin itici güçleridirler; bilimin ve özgür düşüncenin gelişiminin merkezleridirler. Böyle olabilmeleri de evrensel ilkelere bağlılıklarıyla mümkündür, yönetenlere bağlılıkla değil… Üniversite bileşenlerinin seçtiği rektörler, üniversitelerin rektörü olmalıdırlar, yani kendisini seçenlerin, yani bilim insanlarının, bilim emekçilerinin, bilimsel çalışmaların sağlıklı yürümesi için çalışan “idari personel”in ve elbette bilimin talibi öğrencileri (talebelerin); “atayan” yönetenlerin değil! Ve aynı cümleyi tersinden de okuduğumuzda üniversitelerin rektörleri “seçilmiş” olmalıdır, atanmış değil!
Yazının başında Platon’dan yaptığımız alıntının bizi “seçkinciliğe” düşürmeyeceğini bilerek ve ama asıl olarak kastettiğimiz şeyin ise Antik Yunan’da kastedilenden tamamen farklı bir şey olduğunu isteyerek, dinsel bağlamından kopardığımız ama geleneksel kullanımından hareket ettiğimiz “nasip” ile harmanlayarak yazıya başlarken okuduğumuz başlığı yazının son cümlesi olarak kurgulayalım: Üniversiteler akademik özerklikleriyle bilimsel ve düşünsel özgürlüğü sağlamaya çalışırlar; bilimsel ve düşünsel özgürlükleri sağlamaya çalıştıkça da akademik olarak özerk olabilirler. Demokrasi ve özgürlüğün karşılıklı ilişkisi de burada somutlanır. Yani özetlediğimiz, insanlığın ilerlemesinin teminatı olan kurumlar, insanlığın ortak hazinesinin teminatı olan üniversiteler, her türlü bilimsel çalışma, insanlıktan nasibini almamışların hizmetine sunulamaz, dahası, üniversiteye hangi ad altında olursa olsun bilimden ve bilimsel düşünceden zerre nasiplenmemiş “Yönetenler giremez!”. Noktanın da noktası ise şudur:
#BenimRektorumRasitTukel !

ÖNCEKİ HABER

Ellikten yar ellikten, su gelir mezerlikten

SONRAKİ HABER

Tarihin yeniden inşası: Çanakkale

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...