Zorunlu askerliğin sessiz mirası: Köye dönen sıhhiye erler
Türkiye’nin kırsalda az gelişmişliğine değinirken, çok zaman devletin neyi yapmadığına odaklanırız: Olmayan doktor ve ebe, gelmeyen yol, açılmayan okul...
An gelir, devlet farkındalığı dışında, ama bizzat kendisinden menşeli kanallar açılır. Emir komutadan sıyrılıp gelen o yollar halkın belleğinde beklenmedik meyveler verir. İşte zorunlu askerlikte sıhhiye er olmak, bu çelişkili yolculuklardan biridir.
1940’ların, hatta ‘60’ların Anadolu’sunda doktorsuz, ebesiz, traktörsüz köyleri hatırlayalım: Bir gün, içlerinden biri askerden döner; bir “sıhhıye”dir artık o. Askerde pansumanı, ateş ölçmeyi, iğne vurmayı hatta alçı yapmayı öğrenmiştir. Ne tıp fakültesi mezunudur ne diplomalıdır, ama köy halkı ona güvenir. Aynen geçmişin SSK hastanelerinde yetişmiş alaylı pansumancılar gibi...
Çünkü o, bilgi tekeline evrilen devletin içinde bir şeyler öğrenmiş, kendi halkına dönmüştür. Yine aynı köyde şoförlüğü askerde öğrenen genç traktör kullanır beri yanda. Acil hastayı şehre ambulans misali traktör üstü götürendir o. Oysa köyde hiç araba görmeyen ne çok insan, çocuk vardır o yıllarda...
Zorunlu askerlik, bireyi disiplin altına alma hedefinden, halka bilgi sızdırmanın bir aracına dönüştü kendi tarihselliğinde. Resmi olarak öyle planlanmamıştı belki, ama pratikte bir halk eğitim sistemi gibi işledi.
Askerde alınan her bilgi, memlekete döndüğünde kolektif bir beceriye dönüşmüştür. Buna, devletin ‘İstemeden kurduğu’ bir ağ, bir anlamda bilgi transferinin militarist bir versiyonu da diyebiliriz.
Sosyolojik açıdan bu gençler, zorunlu askerlik sayesinde bir tür “halk sağlık profesyoneli” olmuştu: Ne resmi sıfatları vardı ne bordroları. Ama sağlık bilgisi ve pratiği ve daha da önemlisi güven taşıdılar.
Köyde iğne vuracak kimse yokken, birinin elinde enjektör tutmayı bilmesi başlı başına bir ‘yerel devrim’ değil midir? Ya da dere taşarken traktör kullanabilmek?
Bilgi, sadece üniversitelerin, şehirlerin, sertifikaların mülkü değildir. Dün bizim coğrafyada buna dair çokça yol, yordam geliştirdik. Bazen askerlik gibi hiyerarşik kurumlar, beklenmedik şekilde kamusal bilgiyi sıradanlaştırdı. Sıhhıye erlerinin halk arasında ‘doktor gibi’ görülmesi, devletin mutlak bilgi tekeli iddiasını da kırmadı mı az da olsa?
Çünkü bilgi, yaşamla temas ettikçe gerçek olur. Ve en çok, yoksulluğun ortasında işe yararsa değer kazanır.
Askerden dönen sıhhiye erinin elindeki bir çanta, halkın umuduna evrildi geçmişte. Aynen köy enstitülerini bitirip kendi köyünde görevlendirilen ve okul binasını inşa eden öğretmen, eğitmenler misali.
Köydeki terhis olmuş sıhhiye erlerinin hikayesi yazılmadığı için değil, hep yaşandığı için güçlüdür.
Bugün zorunlu askerlik başka biçimlere büründü: “militarizm, zorbalık, bireysel travmalar” herkesin bilip de sakladığı ortak ‘sır’ değil mi?
Ama tüm bu gerçeklik varken, yine de o geçmişte, halkın gündelik hayatına, bedenine, emeğine bir kamusal yetkinlik kazandıran “bu melez bilgi damarını” görmezden gelmek de tarihe kör kalmak olmaz mı?
Zorunlu askerlik bir yandan “devletin şiddeti”, ama bir yandan da halkın devleti içeriden delme becerisidir özünde. Askerlik, bir kısmımız için itaatin ve travmanın mekanı, kimilerimiz için gidip de dönemeyenlerin acı mirasçılığı, bir kısmımız içinse öğrenmenin ve topluma hizmetin ilk adımı değil mi?
Ve köyler, bu sessiz mirasın asıl tanıkları: Pansuman yapan genç adam da, direksiyona oturup traktörü ilk çalıştıran da belki devleti temsil etmiyordu ama ‘devletsizliği’ tamir etmiyor muydu? Denebilir ki bu, belki de en sahici “kamusal hizmetti.”
Hafta içinde İzmir’de IKCÜ Film Festivali kapsamında Oğuz Makal Hocanın “Kayıp Sağlıkçılar” belgeselinin ilk gösterim ve söyleşisi vardı: Oğuz Hoca belgeseli “Cumhuriyet Modernleşmesinin Anadolu Ateşi” olarak adlandırılan köy enstitülerinin sağlık kollarını bitiren 1599 köy sağlık memurunun hikayesi olarak paylaştı.
Belgesel bir kitaptan Esin almış: ‘SAGLIK EKSENIYLE KÖY ENSTITÜLERİ: Sağlık Eğitimiyle Canlandırılacak Köy’. Mualla Aksu ve Pakize Türkoğlu ile birlikte yazdıkları kitabın imzalı bir nüshasını Hilmi Uysal Hoca göndermişti yakın zamanda. Okumanızı tavsiye ederim.
Bir zamanlar hekim bir roman, eczacı kalfası öykü idi: Hem iç dünyasıyla hesaplaşan hem toplumu anlamaya çalışan bir figürdüler. Bugünün hekimi, reçete yazma süresiyle sınırlı bir parantez, eczacı kalfası bir barkod telaşçısı. Sadece ilaç ve şifa değil, dil de sustu nicedir.
Bir zamanlar eczanede geçen konuşmalar, köyün minik bir edebiyatıydı. Artık söz bitti, bu mekanlarda sessizlik var: Dijital reçete, bilgisayar ekranına odaklanmış gözler, barkod, fiş, fatura...
Geçmişin insanla, toprakla, köyle bağını sağlam kurmuş sağlıkçıları bugün artık yok. Geçmişten bugüne bir hafıza olarak belgesel filmler, kitaplar önemli. Devlet demir yollarının trendeki sağlık vagonlarını kaçımız biliyoruz? Alaylı SSK hastanesi pansumancı ve laborantlarını unutacak mıyız? Ya dağ köylerindeki ebeleri?
Belgeseller bir coğrafyanın hafıza avcıları. Tüm belgesel matbuatçısı ve yönetmenlerine sonsuz hürmet ve şükranla...
Sağlıcakla kalın.
Evrensel'i Takip Et