15 Mayıs 2025 10:06

Fesih kararı, Lozan ve milliyetçi-şoven histeri!

PKK’nin fesih ve silah bırakma kararlarını açıkladığı kongresiyle ilgili tartışmalar devam ediyor. İktidar; bu kararları Kürt sorununun barışçıl çözümü, eşit haklar temelinde ortak bir gelecek kurmanın dayanağı olarak kullanmak yerine kendi çıkarları ve bekası için araçsallaştırma peşinde koşuyor. Bu amaçla malum medyada “iktidarın büyük başarısı”, “Erdoğan’ın gerçekleştirdiği devrimler” üzerinden bir propaganda sürdürülerek bu kararlar ekonomik ve siyasal sıkışmışlık içinde olan Erdoğan iktidarı için bir can simidine dönüştürülmeye çalışılıyor. Öte yandan ülkedeki milliyetçi-ulusalcı siyasi çevreler ile medya organları ise, Lozan Anlaşması ve 1924 Anayasası’nın eleştirildiği bu kongre kararlarının “bir ihanet belgesi” olduğunu; “etnikçilerin ve iktidardaki dincilerin cumhuriyeti yıkma ve ülkeyi bölme projesinde birleştiğini” söylüyorlar. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt sorununu inkâr eden, Kürtlerin demokratik hak ve taleplerinin söz konusu olduğu her yerde “dış güçlerin, emperyalistlerin bir oyunu”nu gören bu çevrelerin iktidarı eleştirme adına ortaya koydukları tutum, iktidara sorunu istismar için alan açıyor ve ne kadar karşı görünse de pratik olarak en çok onun çıkarlarına hizmet ediyor. Dolayısıyla iktidarın sorunu ve alınan kararları istismarının önüne geçebilmek için bu görüşlerin de eleştirisi yapmak gerekiyor.

Ülkedeki milliyetçi-ulusalcı çevreler, kongre kararlarını “PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı” ifadesi üzerinden tartışıyorlar. Ancak PKK’nin Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün bir sonucu olduğu gerçeğine gözlerini kapatıp “cumhuriyet karşıtlığı”ndan girip “bölünme tehdidi” ve “vatana ihanet”ten çıkıyorlar.

Peki, cumhuriyetin değerlerini savunmanın ve bölünmenin önüne geçmenin yolu gerçekten bu metinleri ‘tartışılmaz’ kabul etmekten mi geçiyor?

Öyle olsaydı herhalde bugün yüz yıl sonra bu tartışmayı yapıyor olmazdık.

Kuşkusuz, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra imzalanan Lozan Anlaşması; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu metinlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Ancak bu durum, Lozan Anlaşması’nın cumhuriyetin iki kurucu unsurundan birinin inkarının ve dolayısıyla ülkede yüz yılı aşkın bir süredir devam eden bir sorunun temellerinin atıldığı bir metin olduğu gerçeğini de değiştirmemektedir.

Lozan’da Kürtlerin durumunu gösteren en dikkat çekici tartışma, görüşmelere TBMM hükümetini temsilen katılan İsmet İnönü ve İngiliz emperyalizminin temsilcisi olarak katılan Lord Curzon arasında Musul ve Kerkük’ün aidiyeti konusunda yapılan tartışmadır. İnönü, Kürtlerin Türkiye’nin iki kurucu unsurundan biri olduğunu, dolayısıyla Kürtlerin nüfus olarak çoğunluğu oluşturduğu Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye bırakılması gerektiğini savunuyordu. Curzon ise, Misakımilli’nin Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerle sınırlı olduğunu, dolayısıyla Kürtlerin ve Arapların çoğunluğu oluşturduğu Musul ve Kerkük’ün kendi yönetimlerinde kalması gerektiğini ileri sürüyordu.

Bu tartışma ve pazarlıkların sonucunda bir ‘azınlık’ olarak bile kabul edilmeyen Kürtler için Lozan, taslağı İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından Sykes-Picot Anlaşması ile çizilen ve Kürdistan coğrafyasının dörde bölünmesinin (paylaşılmasının) belirginleştirildiği bir anlaşma olarak anlam kazanmıştır.

Her ne kadar İnönü, Lozan’da Kürtlerin iki kurucu unsurdan biri olduğunu söylese de Cumhuriyet’in ilanından sonra Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde bir “ulus-devlet” inşasına yönelik politikalar uygulanmış ve devamında 1924 Anayasası’nda “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk” olduğu değişmez bir anayasa maddesi olarak kabul edilmiştir. Kürtlerin ortak vatanda kurucu bir unsur olduğunun reddi, cumhuriyetin ilk dönemlerinde Ağustos 1924’teki Beytüşşebap isyanından 1938’deki Dersim katliamına kadar acılı ve kanlı bir sürecin yaşanmasına neden olmuştur.

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne iktidarlar değişse de Kürtlere yönelik baskı, inkâr, imha ve asimilasyon politikası Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan Şark Islahat Planı’na, İstiklal Mahkemeleri’nden Mecburi İskân Kanunu’na ve sıkıyönetimden OHAL’e kadar farklı biçimler altında değişmez bir devlet politikası olarak kadar süregelmiştir.

Bu konu üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok. Zaten merak eden herkes birçok bilgi ve belgeye kolaylıkla ulaşabilir.

Ancak PKK, Kürt sorunundaki çözümsüzlük politikalarının sonucu ortaya çıkan onlarca Kürt örgütünden biriydi ve 12 Eylül darbesinin yarattığı özel koşullarda Kürtlerin azımsanmayacak bir kesiminin desteğini arkasına alarak hızla kitleselleşmişti.

Yılmaz Özdil gibi şovenistler “ASALA’yı 1983’te bitirdik. PKK’yı 1984’te kurdular” diyerek sorunu emperyalistlerin ve dış güçlerin oyunları ile izah ediyorlar.

Peki, ortada bir Kürt sorunu yoktuysa ne oldu da emperyalistlerin ve dış güçlerin Türkiye’ye karşı kurdukları PKK, diğer parçalarda (Suriye, Irak, İran) böylesine güç ve etkinlik kazandı?

Açıktır ki ortada bölgesel bir sorun haline gelmiş bir Kürt sorunu olduğu için dünyanın en önemli enerji kaynaklarının bulunduğu, önemli ticaret yollarının geçtiği ve bu temelde bir egemenlik mücadelesinin devam ettiği bölgede (Ortadoğu) emperyalistler ve bölge gericilikleri bu sorunu kendi çıkarları için kullanmaya çalışmaktadır. Dahası Erdoğan iktidarının da bu sorun üzerinden başlatılan süreci bölgede yayılmacı emellerin ve ülkede gerici uygulamaların bir fırsatına dönüştürmek istediği de doğrudur.

Öyleyse bu noktada yanıtlanması gereken soru şudur: PKK’nin fesih ve silah bırakma kararıyla ülkenin yüz yıllık bir sorununu barışçıl yöntemlerle çözmek; onu ülkede demokrasi ve bölgede barış mücadelesinin olanağına çevirmek mi yoksa tarihsel bir yanlışta ısrar ederek bu sorunu emperyalistlerin ve ülke gericiliğin istismarına terk etmeye devam etmek mi?

Onlarca yıldır demokrasi ve barış mücadelesinde aldıkları tutum ve ödedikleri bedeller bir tarafa daha CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu üzerinden gerçekleştirilen 19 Mart operasyonunda iktidarın muhalefeti bölme planının boşa çıkartılmasında DEM Parti’nin ve Newroz alanlarını dolduran Kürt halkı ile demokrasi güçlerinin tutumu ortadayken Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için atılmış bir adımı peşinen iktidar ile işbirliği yapma biçiminde yaftalamak acaba en çok kimlerin çıkarına hizmet etmektedir?

Gelinen yerde ya Lozan ve 1924 Anayasası’nda temelleri atılan baskı, inkâr ve asimilasyon politikalarında ısrar edilecek ya da Kurtuluş Savaşı sürecindeki iki kurucu unsur gerçeğine uygun olarak ortak vatan ve eşit haklar temelinde demokratik bir gelecekten yana tutum alınacak. İlkinin halklarımızı baskı ve siyasal gericilikten kurtarmaya ve ülkeyi tehditlerden uzak tutmaya hizmet etmediği tecrübeyle sabittir!

ABONE OL

Yusuf Karadaş

Fesih kararı, Lozan ve milliyetçi-şoven histeri!
0:00 0:00
1.00x
0:00 / 0:00
1.00x

Evrensel'i Takip Et