22 Eylül 2022 04:30

Bizde Türk-Kürt ayrımı yoktur!

Almanya Mannheim'da Newroz coşkusu

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Yakın dönem siyasi tarihimizin en sık tekrar edilen yalanları ile ilgili bir liste yapılsa, “Bizde Türk-Kürt ayrımı yoktur!” sözünün bu listedeki yeri garantidir.

Özal’dan Demirel’e, Çiller’den Yılmaz’a, Türkeş’ten Erbakan’a ve Baykal’dan Bahçeli’ye kadar burjuva siyaset meydanında bu açıklamayı yapmamış siyasetçi yok gibidir.

Kürt sorununu inkar etmek amacıyla söylenen bu sözün gizlemeye çalıştığı gerçek ise şöyledir: Bizde Türk-Kürt ayrımı yoktur; çünkü anayasa önünde ve kamusal yaşamın her alanında herkes Türk’tür!

Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha ‘çıraklık döneminde’ (2002’de) kendisine yöneltilen “Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz?” sorusuna “Düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” diyerek meseleye felsefi bir derinlik katarak farkını göstermişti!

BM’nin 77. Genel Kuruluna katılmak üzere New York’a giden Erdoğan’a 20 yıl sonra aynı soru soruldu. Erdoğan, Amerikan PBS televizyonuna verdiği röportajda bu soruya şöyle yanıt veriyor: “Bir defa önce şunu belirleyelim, olayı Kürt-Türk meselesi olarak ele alırsanız yanılırsınız. Olay bir Kürt-Türk meselesi değildir. Olay tamamıyla terörist ve terörist olmayanlar meselesidir (…) Türkler de benim vatandaşım, Kürtler de benim vatandaşım. Biz bunların arasında asla ayrım yapmayız, yapmadık.”

“Terörist olanlar ve olmayanlar” meselesine sonra geleceğiz ama önce vatandaşlıktan başlayalım.

Bugün Devlet Bahçeli gibi ‘Türk milliyetçisi’ siyasetçiler bile işlerine geldiğinde “Kürt kökenli vatandaşlarımız bizim canımızdır” demekten geri durmuyor. Eskiden Türk-Kürt ayrımı olmadığını anlatmak için söze “Partimizde Kürt bakanlarımız var” diye başlayan Erdoğan, yeni rejimde Kürt bakanı olmadığı için şimdilerde “Kürt milletvekillerimiz var” diye başlıyor.

Oysa bu devletin anayasasında “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diye yazıyor. O yüzden istediği kadar Kürt bakan, milletvekili ya da belediye başkanınız olsun. Bunlar Kürt kimliğiyle değil; anayasanın ‘Türklük sözleşmesini’ kabul ederek bakan, milletvekili ya da belediye başkanı olabiliyorlar. Bu yüzden bunu kabul etmeyen belediye başkanlarının yerlerine kayyumlar atanıyor, milletvekillerinin vekillikleri düşürülüyor ve partiler hakkında kapatma davaları açılıyor. Dahası Kürt kimliğiyle siyaset yapmak isteyen binlerce siyasetçi hapishanelere konuluyor.

Bugün “Kart-kurt” uydurmalarının son kullanma tarihi çoktan geçti. Çünkü Kürtlerin ayrı bir ulus olma gerçeği sosyolojik, tarihsel bir olgu olarak bütün dünya tarafından kabul ediliyor. Üstelik yanı başımızda da bir Kürt federe yönetimi bulunuyor.

İşte tam bu noktada Erdoğan iktidarı tıpkı öncelleri gibi Kürtleri tek tek bireyler olarak kabul ediyor ama iş bu tek tek bireylerin ulusal bir topluluk oluşturduğu gerçeğini kabule gelince orada duruyor. Çünkü bu kabulün Kürtlerin ayrı bir ulus olmaktan kaynaklı ulusal-demokratik haklarının tanınması anlamına geleceğini biliyor.

Bu nedenle Kürtler tek tek bireyler olarak “kardeşlerimiz” ama ayrı bir ulus olmaktan kaynaklı kolektif haklarını istedikleri zaman da “terörist” oluyor.

Erdoğan’a göre, Rojava’daki Kürt özerk yönetiminin bir “Terör yapılanması” olmasının nedeni de budur. Çünkü Suriye Kürtlerinin siyasi bir statü sahibi olması, ülke içinde Kürt sorununda sürdürülen politika için bir tehdit olarak görülüyor ve sınır ötesi operasyonlar da “Bu tehdidi ortadan kaldırmak için” yapılıyor.

Demek ki “Bizde Türk-Kürt ayrımı yoktur” derken, Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlığı ve ana dilinde eğitim başta kolektif hakları yok sayılıyor; onlara Türklükte “eşitlenme” dayatılıyor. Dolayısıyla “Bizde ayrım yok” denilerek sadece Kürtler değil, Arap, Laz, Çerkes gibi ulusal azınlıklar da devletin temel-kurucu metinlerinden başlayarak büyük bir ayrımcılığa maruz bırakılıyor.

Peki bu politika, burjuva-milliyetçi siyasetçilerin sürekli propaganda ettikleri gibi Türk halkının çıkarına mıdır?

Bugüne kadar bu politikadan Türk halkının payına tıpkı Kürt halkı gibi, binlerce evladını yaşanan çatışmalarda yitirmesi ve yüzlerce milyar doları bulan savaş harcamaları nedeniyle yaşamının giderek zorlaşmasından başka bir şey düşmedi.

Oysa Kürt çocuklarının ana dillerinde eğitim görmesinin Türk çocuklarına kaybettireceği bir şey yoktur. Aksine ancak böyle bir adımla eşitlik temelinde ortak bir gelecek inşa etmek mümkün olabilir.

Türkiye’de son iki yılda toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 36.8’den yüzde 25.4’e gerilerken çok küçük bir azınlık olan sermayedarların payı ise, yüzde 42.9’dan yüzde 54’e çıktı.

Kendi ürettiklerinin bile ancak küçük bir bölümüne sahip olabilen Türk emekçiler Batman’daki petrolün, GAP’taki baraj ve toprakların, Kürt coğrafyasındaki yer altı ve yer üstü kaynaklarının bölgede yaşayan halkın çıkarları temelinde işletilmesinden ne kaybedebilir?

Bugün bu kaynakları Koçlar, Cinerler, Cengizler işletiyor da Türk halkının cebine bir şey mi giriyor?

Öte yandan nüfusunun büyük çoğunluğu Kürt olan kentlerin Kürt yerel yönetimler tarafından yönetilmesi, Türk halkının sahip olduğu hangi hak için tehdit oluşturur?

Merkezi yönetimin oraları Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde yönetmesi için atamayla gönderdiği bir avuç bürokrat dışında kim ne kaybeder?

Bugün Kürt sorununda sürdürülen politika, Türk halkına, işçi-emekçilerine bir şey kazandırmadığı gibi çok şey kaybettiriyor. Bu politikanın tek kazananı, Türk egemen sınıfları ve onların siyasi iktidarları oluyor.

Kürtler ortak vatanda ama eşit haklar temelinde birlikte yaşamdan yana olduklarını ilan etmişken "Bir çakıl taşı bile vermeyiz" diyerek Türk gençlerini çatışmalara gönderenler Türk halkının çıkarlarını değil, Türk burjuvazisinin Kürt coğrafyasındaki kaynaklar üzerindeki hakimiyetini savunuyorlar. Kürtlerin ulusal varlıklarını ve bu varlıklarından kaynaklı haklarını tanımayı reddediyorlar, çünkü bu tanımanın kendi egemenliklerini ve kaynakları paylaşmaları anlamına geleceğini biliyorlar.

O yüzden Özal gibi siyasetçiler federasyondan söz ettiklerinde bile akıllarında Kürtlere hak vermek değil, Irak Kürdistan bölgesindeki enerji kaynaklarını Türk burjuvazisinin hizmetine sunmak vardı.

Üstelik Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalar üzerinden körüklenen milliyetçiliğin “milli güvenlik” ve “milli çıkarlar” adı altında bu sömürü düzeninin üstünü örtmeye hizmet etmesi de bu politikanın bonusuydu.

Oysa ulusal hak eşitliğinin sağlanması, Türk ve Kürt işçi-emekçiler arasındaki milliyetçi duvarların (ön yargıların) yıkılmasına hizmet eder ve birlikte insanca yaşayabilecekleri bir gelecek kurabilme mücadelesinin önünü açar.

Türk burjuvazisinin ve bugünkü iktidar gibi onun siyasi temsilcilerinin en çok korktukları ve en son isteyeceği şey de budur.

O yüzden “Bizde Türk-Kürt ayrımı yoktur” söylemi, bugün sadece Kürtlerin haklarını inkar etmekle kalmıyor, aynı zamanda Türk işçi ve emekçilerin bilincine vurulan bir zincir olarak da anlam kazanıyor.

Bugün ortak demokratik bir gelecek kurmak ve sınıfın birliğini sağlayarak sömürüsüz bir düzen için mücadele etmek için Erdoğan’ın kendi iktidarının dayanaklarından biri olarak kullandığı bu zinciri kırmak gerekiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa