12 Aralık 2020 22:55

“İfşa”

kadınlar ellerinde bayraklarla protesto ediyor (illüstrasyon)

Fotoğraf: Freepik

Paylaş

Kadınlar “İFŞA” hareketini başlattılar.

Cesur davranıyorlar, birbirlerini buluyor ve dayanışıyorlar: Başlarından geçen ve onları derinden sarsan, son derece olumsuz etkileyen tecavüz, taciz, rızalarının olmadığı sarkıntılık olaylarına sessiz kalmalarını dayatan toplumsal baskıya meydan okuyorlar ve failin nüfuzuna, itibarına aldırmaksızın tecavüz, taciz, sarkıntılık olaylarını “ifşa” ediyorlar.

“İfşa” hareketi her gün biraz daha büyüyor, güçleniyor. Hareket güçlendikçe tepkiler de giderek artıyor. Örneğin, sosyalist cenahtan kimileri hareketi sınıf mücadelesini yolundan saptırmakla, hareketin meşruiyetini hukuk alanında arayan cenahtan kimileri hareketi masumiyet karinesi, iddiaları kanıtlayan delillerin yetersizliği gibi nedenleri ileri sürerek hukuku zedelemekle, toplumsal mücadelelerde aşırılığa kaçmadan itidal öneren cenahtan kimileri hareketi kantarın topuzunu kaçırmakla eleştiriyor.

Ben ne düşünüyorum?

Öncelikle hareketi haklı/haksız/ ya da doğru/yanlış veya masum/zarar verici gibi değer yargılarının girdabına iteleyen tartışmaların bilimsel düşünceyle bağdaşmadığı görüşündeyim. Bilimsel düşünce işe hareketin toplumsal mücadele alanında tuttuğu yerin ‘maddi gerçeğini’ irdelemekle başlar, bu maddi gerçeği toplumsal mücadelelerin neresinde hangi neden ve gerekçelerle ele alacağımızı belirleyerek, destekleyip desteklemeyeceğimizi tartışarak devam eder, diye düşünüyorum.

Hareketin maddi gerçeği kadınların, sınıf mücadelesini yolundan saptırır mıyız? hukuk alanında meşruiyetimiz bulunuyor mu? kantarın topuzunu kaçırıyor muyuz? diye düşünmeden, bu gibi konuları ellerinin tersiyle şimdilik saf dışı bırakarak ve kendilerini sessizliğe gömen toplumsal baskıya meydan okuyarak yaşadıkları tecavüz, taciz ve rızaları dışı sarkıntılık olaylarını açıklamaları ve bunu “ifşa” hareketi olarak dayanışma içinde yaygınlaştırmalardır.  Hareketin beklentisi, maddi gerçekle sadece faillerin değil tüm erkeklerin yüzleşmesini sağlamak ve erkekliğin bu cinsel haline karşı direnişi güçlendirmektir.

Bu maddi gerçek temelinde oluşturduğum düşüncelere geçmeden önce, düşüncelerime referans olarak daha önce Evrensel’deki köşemde yazıklarımı aktarmak istiyorum:

“Kadına karşı kadın olduğu için kullanılan şiddetin kökeninde cinselliğimizin üreme temelinde toplumsallaştırılmış olmasının bulunduğunu düşünürüm.

Kadının rahminde oluşup, kadının rahminde gelişen ve kadının rahminden kadından ‘farklı bir birey’ olarak ayrılma süreci, yani yeniden üreme, insanın yeniden üremesi evrimbilim açısından yakın zamanlara kadar kaçınılmaz, zorunlu bir biyolojik olgu olarak görülmüştür. Ve kaçınılmaz kabul edilen bu biyolojik olgu tarihsel süreçte kültürel alana damgasını vurmuş, türümüzün toplumsallaşma ya da toplumsallaştırılma serüveninin belki de en belirleyici fikriyatına ilham kaynağı olmuştur.

Cinsellik üreme ekseninde toplumsallaştırıldı; kendi türünü toplumsallaştırabilme yetisi kazanamamış diğer canlı türlerinden üstünlüğümüzün önemli göstergesi olan bu farklılığımızla binlerce yıldır öğünürüz. Cinselliğin üreme ekseninde toplumsallaştırılmasıyla erkek olanımız insan türünün devamını sağlayan esas üreme hücresine sahip muktedir taraf sıfatıyla kadın-erkek ilişkisinde iktidarı hak ettiğine inandı; kadın olanımız insan türünün devamını sağlayan bereketiyle yardımcı üreme hücresine sahip edilgen taraf sıfatıyla kutsal anne kurgusunun büyüsüne kapıldı. Kadın-erkek ilişkisindeki iş bölümü iktidar sahibi muktedir erkek ile kutsal anne, edilgen ve itaatkâr kadın rolleri üzerine yapılandırıldı. Erkek olanımız iktidar gücünü tehdit eden kutsal anneliğe başkaldırıyı, erkeğin iktidarına meydan okumayı, iktidar gücünü paylaşma isteğini kendi iktidar ezberindeki silahla savuşturmayı ‘meslek haline’ getirdi: Güç kullanmayı erkekliğin iktidarından saydı. Doğrudur; her iktidar güç kullanmayı içerir. Her tür iktidar ilişkisinde iktidar sahibi iktidarını tehlikede görmesin, hemen güce başvurur, şu ya da bu düzeyde şiddet kullanır. Özellikle kapitalist sistemin kendi dinamiğidir söz konusu olan. İktidar güç kullanılarak kurulur, şiddete başvurularak korunur, tehlike gerektiriyorsa savaşla ortadan kaldırılmaya çalışılır.

Kadının kadın olduğu için şiddete maruz kalması onun biyolojik kaderi midir?

Hayır! Kadının kadın olduğu için maruz kaldığı şiddetin kültürel/toplumsal boyutunu temellendiren biyolojik zemin günümüzde erkeğin ayağının altından kaymaya başladı. Biyoloji, genetik, tıp ve nanoteknojilerdeki olağanüstü gelişmeler üreme için kadın rahmini vazgeçilmez olmaktan çıkartıyor. Döllenmenin de döllenme sonrası gelişmenin de kadın rahmi dışında, laboratuvar ortamında gerçekleşebildiği bir sürece ilerliyoruz. Erkeğe üreme açısından erkek olması nedeniyle, yani ‘esas üreme hücresine sahip bulunması’ nedeniyle ihtiyaç kalmıyor. Erkek iktidarının biyolojik zemini sarsılıyor. Geleceğin toplumsallık kurgusunda cinselliğin üreme ekseninde toplumsallaştırılması yer almayacak. Cinsellik özgürleşiyor! Cinsellik özgürleştikçe kadın şu an özdeşleştiği rolünden özgürleşiyor! Cinselliğin ve kadının özgürleşmesi erkeğin iktidarını yok ediyor, erkek de sanki özgürleşiyor…”

“ (…) Arada bir kendimi doğanın yerine koyar, doğanın cinselliğin öyküsünü anlattığı anı tahayyül eder, öyküyü can kulağıyla dinlerkenki halimi tasavvur ederim.  Kendimi doğanın yerine koyarım ama doğa olmadığımı bilirim, doğanın içindeyimdir, doğanın parçasıyımdır ancak doğa değilimdir. Yine de, doğa-insan olsam normal olanın öyküsünü doğa-insan bakış açımla, sevecen bir üslupla ve gülümseyerek şöyle yorumlardım diye düşünürüm:

‘Ey kendini insan diye tanımlayan, türünü kadın ve erkek diye kategorileştirdiği iki cinse ayıran ve türünün canlılığındaki sonsuzluğu normal olanın öyküsünde anlattığı gibi bu iki cinsin cinsellik alanında kurduğu ilişkide sabitleştiren varlık! Ben sana türün bireylerinin yeniden üremesi için üreme hücrelerinin, senin deyiminle yumurta ve spermin birleşme, döllenme, bölünme, değişme, dönüşme, gelişme, farklılaşma sürecinin oluşması gereklidir dedim. Sen tuttun bu süreci normalin öyküsünde anlattığın biçimde kurguladın; üreme ile onunla harmanlanmaması gereken ve senin cinsellik dediğin biyolojik tabanlı bir haz alanını harmanladın, öyküyü öyle yazdın. Öykü yazmakla kalmadın, öykündeki kurguyu toplumsal yaşamın merkezine koydun. Böyle yaptın, haz alanını tanımlayan cinselliği yeniden üreme ekseninde toplumsallaştırdın, toplumsal yaşamın yapılandırılmasında asla değiştirilemez veri olarak ilan ettin. Yeniden üreme ekseninde toplumsallaştırdığın cinselliği normalin öyküsü değişmesin diye resmileştirdin, hukuki normlarla güvence altına aldın, evlilik kurumuyla yapısallaştırdın,  tek meşru ilişki biçimi olarak neredeyse kutsallaştırdın. Yeniden üreme ekseninde irdelediğin cinsellik üzerine akrabalık sistemleri kurdun, miras ve mülkiyet ilişkileri ihdas ettin, eğitim-kültür-siyaset alanları inşa ettin. Üreme hücresiyle üreten, kadın diye tanımladığın türün bireyine toplumsal ilişkiler ağında yeni birey oluşurken kutsallık, yeni bireyin gelişim sürecinde ‘analık’ işlevi yükledin, bu işlevi ‘ev içi düzen kurucu’ rolüyle allayıp, pulladın; üreme hücresiyle ürettiren, erkek diye tanımladığın türün bireyine de toplumsal ilişkiler ağında ‘ev içi düzen kurucunun’ ve yeni üremiş bireylerin ‘ev dışı faaliyetleriyle geçimini, geleceğini, esenliğini, güvenliğini’ sağlama işlevi yükledin, bu rolle taçlandırdın. ‘Ev içi düzen kurucu’ rolü ile ‘ev dışı faaliyet’ rolü arasındaki ilişkilerin toplumsal yaşamda ürettiği çelişkiler söz konusu olduğunda ‘ev dışı faaliyet’ başrolündeki karaktere ‘ev içi düzen kurucu’ rolünü özümseyerek benimseyen karakter üzerinde rolünü gereği gibi yapmadığı, bu rolü sorguladığı, rolünü benimsememeye başladığı, rol değişimi istediği, rolünü inkar ettiği, rolünden saptığı, rolüne başkaldırdığı durumlarda rolüne dönmesini sağlayacak türlü çeşitli meşru vasıtalar, bu arada güç kullanma, gücü şiddete dönüştürebilme olanakları tanıdın. Özetle, on binlerce yıl önce kurguladığın ‘cinselliği yeniden üreme ekseninde toplumsallaştırma’ süreci tarihsel akışında türünün bireylerini kendi cinselliklerine yabancılaştırmakla kalmadı, kültürel yapıda erkeğin kadına kadın olduğu için şiddet kullanmasını meşru gören anlayışa maddi zemin oluşturdu.”

“(…) Ey kendini insan diye tanımlayan varlık! Senin toplumsallığının şimdiye kadarki özelliği tekliği, en fazla çoğulculuğu esas almasıdır. Doğanın özelliği ise çeşitliliğin sınırsız olmasıdır. Doğaya atıfla meşrulaştırmaya çalıştığın normalin öyküsünde anlatılan üremenin bir yoludur ama tek yolu değildir. Öyküde anlatılanın üremenin tek yolu olmadığını, üremenin şaşırtıcı, heyecan verici çeşitliliğini sen kendi bilimsel araştırmalarınla, kendi deney ve uygulamalarınla keşfettin.

Senin keşfettiğin üremedeki çeşitlilik cinselliğin üreme ekseninde toplumsallaştırılmasındaki meşruiyetin sorgulanmasını sağlamakla kalmıyor, bireyler bunun ötesine geçiyor, cinselliklerine yabancılaştırıldıklarının bilincine varıyorlar; cinselliğin çeşitliliğini haz alanında keşfediyorlar. Ve yabancılaştırıldıkları cinselliklerini yeniden keşfetmenin toplumsallığını kurguluyorlar. Ey kendini insan diye tanımlayan varlık, görünen o ki artık normalin öyküsündeki tekliğin yerini hazzın çeşitliliğini anlatan normalin öyküsü alıyor. Haz alanında cinselliğin tek hali yok, çeşitli halleri var. Demem o ki, doğa açısından çeşitliliğin her hali normal.”

Kendimi doğa-insan yerine koyarak o gözle yaptığım yorumu, insan halimle sonlandırırsam, şöyle söyleyebilirim:  Normal olmayan, bozuk olan, sapma olan, arıza olan, tedavisi gereken hastalık olan, insan hakkı olarak ilan edilmesi gereken tercih ya da yönelim olan bir ‘insanlık hali’ söz konusu değil. İnsanlık hali, haz alanında aralarında normallik bakımından fark bulunmayan cinsellikteki çeşitliliğin doğallığını ve meşruiyetini birlikte yaşamanın toplumsal kurgusuna temel alan mücadelede yeni biçimiyle filizleniyor.”

“(…) Diyeceğim o ki, cinselliği üreme temelinde toplumsallaştıran kültürel anlayış kadının  kimliğini parçalamakta ve ona aile ve topluma bağlı toplumsal ve cinsel kimlik biçmektedir. Kadının, özellikle evlenmekle büründüğü bu yeni kimliğin unsurlarını da toplumdaki egemen erkek değerleri belirliyor.

Egemen erkek değerleri, ancak bir kadına aşık olunabileceği (biyoloji), aşkın elektriklenmeyi (fizik) ya da kimyasal değişmeyi (kimya) ifade ettiği, spermlerin gücüyle bir sonraki kuşağın daha bir zeki, yaratıcı, ne bileyim iş bitirici, iktidar sahibi olacağı (genetik) gibi ifadelerde dile getirildiği üzere değişik bilim dallarından kaynaklanıyor gibi görünseler bile özünde, değiştirilmesinin önerilmesi dahi kutsallığa meydan okuma sayılan ‘aile toplumun temelidir’ kuralının (toplumbilim) her tür depreme dayanıklı temelleridir.

Bu temellerle oynanmamalıdır. Bu toplumsal yapıyı temellerinden yıkmaya çalışmak suçtur.

Kadınlar ve onları haklı bulanlar potansiyel toplumsal yapıya baş kaldıranlardır. Toplumsal yapıya potansiyel baş kaldırıcılar öncelikle o yapıyı dimdik ayakta tutan erkek değerlerine kafa tutarlar.

Oysa erkeklerin istediği, kadınların güne ‘kadın varlığım erkek varlığına armağan olsun!’ andını içerek başlamaları ve gün boyu içtikleri anda uygun davranmalarıdır.”

Yukarıda alıntıladığım kendi yazılarımdan oluşan kolajdan benim “ifşa” hareketini desteklediğim sonucunu çıkartmak kolay olsa gerek.

Hareketin ‘sınıf mücadelesini yolundan saptırdığı’ görüşüne katılmıyorum. Kapitalist toplum bağrında sadece sınıf çelişkilerini barındırmaz, örneğin kadın-erkek çelişkisini de yeşertir. “İfşa” hareketi toplumsal mücadeleye yeni ve güçlü bir boyut katıyor; kapitalist toplumun yerine öngörülen sosyalist toplum yapısında kadınlar, çocuklar, LBGT+ bireyleri üzerinde iktidar gücü kurmayacak, erkek egemenliğini ve kudretini sönümlendirecek nasıl bir toplumsallaşma süreci ve bu sürecin mücadelesi öngörülmelidir?  “İfşa” hareketi sosyalizm mücadelesini saptırmıyor, zenginleştiriyor.

“İfşa” hareketi meşruiyetini hukuk alanında aramıyor; erkek şiddetine baş kaldırıyor. Kaldı ki, hareketi bir an için hukuk alanında tartışma tuzağına düşülse bile harekete yöneltilen eleştiriler hukuken sağlam temellere dayanmıyor; yani hareketin hukuk alanındaki meşruiyetini  ancak hukukçu olmayanlar ya da olamayanlar sorgulayabilirler.

Ben savaşa karşıyımdır, haklı-haksız savaş ayrımı yapmam. Ben her durumda şiddetin her türlüsüne karşıyımdır, haklı-haksız şiddet ayrımı yapmam. Ancak somut bir durumda maddi gerçeğin savaşı da şiddet kullanımını kaçınılmaz kıldığı ileri sürülüyorsa, savaşı ya da şiddeti haklı ve meşru gördüğüm için değil, somut durumda başka çare olmadığını düşünürsem desteklerim. Ama savunduğum toplumsal tasarımda haklı/haksız , meşru/meşru olmayan ayırımı yapmadan savaşın ve şiddetin yer almayacağı bir toplumsal örgütlenmenin yer almasını isterim.

Sonuç olarak, kadınların “varlığım erkek varlığına armağan olsun” andını dayatan erkekliğin cinsel haline başkaldırısını, “ifşa” hareketini destekliyorum.         

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...