01 Ekim 2020 00:49

Yurtta savaş dünyada savaş!

İki savaş uçağı gökyüzünde uçarken

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Önce Arap Ayaklanması vardı. Suriye ve Mısır başta olmak üzere birçok ülkeye üst perdeden, bol demokrasi ve insan hakları vurgulu çıkışlar duyuldu sık sık. O dönem müttefik olunan ülkelerle birlikte hazırlanan ve uygulanan yıllara yayılan kanlı savaşları körükleyen ortak ‘girişimler’, ‘Mutabık kalınan’ yol haritaları gündemin ilk sıralarında kaldı uzunca süre.

Sonra o müttefiklerle düşman olundu, hatta birkaçı ile birkaç büyük kriz de yaşandı ve çoğuyla hâlâ diplomatik kanallar kapalı.

Arap Baharı sadece bölgenin değil, çeşitli hesaplarla dahil olan tarafların bir kısmının da kışı olmaya başladı. Hesaplar pek tutmadı. Mısır ve Suriye başta olmak üzere birçok yerde evdeki hesapların bilgiye, stratejiye, öngörüye değil temennilere dayalı olduğu birçok kez kanıtlanmış oldu.

Bu dönemde ‘Bir şeyleri yanlış hesapladık, yeni duruma göre yeniden pozisyon almak gerek’ diyen ülkeler oldu. İnatla aynı söylemlerini ve tavrını sürdüren tek ülke Türkiye.

Dillerden düşmeyen ‘oyun kurucu’ pozisyonunu çoktan kaybetmiş olan Türkiye ‘Oyun kurucu olarak olmasa da oyun bozucu olarak sahada ve masada olmak gerek’ anlayışıyla daha da saldırgan bir politikaya geçiş yaptı.

Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta ve daha birçok yerde bir çok krize ve hatta Rus uçağının düşürülmesi gibi Türkiye’yi savaşın eşiğine sürükleyen resmi söylemler daha da sertleşerek devam etti.

Aylarca Türkiye gündeminin tepesinde kalan Libya’da Türkiye’ye askeri, ekonomik ve siyasi maliyetini hâlâ kimsenin bilmediği operasyonlar yürütüldü.

Oyun bozucu olma stratejisinin oyun bozma kısmı tuttu ama bozulan oyunda şartları lehine çevirme kısmı her seferinde ters tepti.

Libya meselesi Karadeniz’de gaz müjdesi ile perdelenirken vatanseverlik ölçütü haline gelen Mavi Vatan söylemleri usulca rafa kalkmaya başladı.

Suriye’de İdlip operasyonu eli kulağındayken savaş marşları eşliğinde ekranlara taşınan Oruç Reis gemisi limana demirlendi.

Yunanistan’a yönelik ‘Haddini bil’ çıkışlarının ardından yine aynı Yunanistan ile istikşafi görüşmeler için fırsat kollamaya çalışan Türkiye manzarası aynı karede artık.

Diplomasinin yerinin olmadığı, başı sonu hesaplanmamış askeri çözüm ısrarları Türkiye’yi uzak yakın birçok ülke ile krizlere sürüklerken ülkenin diplomatik birikiminin, prestijinin, yaptırım gücünün ne kadar kolay harcanabileceğinin de kanıtlarını görüyoruz neredeyse her gün.

Yıllardır iç politikaya eklemlenmiş bir dış politika var sonuçta. Ülke içindeki kitleyi her daim canlı tutmak ve bu arada açık yarası bol muhalefeti de sık sık hizaya getirmek gerek!

Ülke dışında her heyecanlı girişim hezimete dönüştükçe adrenalini biraz daha yükseltip yeni girişimlerde bulunmak, krizi krizle, hezimeti daha da saldırgan ve yıkıcı sonuçlar doğuracağı gün gibi açık girişimlerle örtmeye çalışmak…

Türkiye’nin sadece 2011’den bugüne yaşadığı diplomatik krizleri hatırlayabilmek için dış habercilerin bile dönüp arşivlere bakması gerekiyor artık.

Tam Libya ve üstüne Doğu Akdeniz hezimeti belirginleşmeye başlamıştı ki, bu defa Azerbaycan-Ermenistan krizi patladı.

Türkiye bir kez daha devreye girdi. Diplomasinin bir kez daha yerinin olmadığı, ara buluculuk gibi rollerin adının bile geçmediği ve gerçek bir savaş riskinin bir kez daha ülke sınırlarında kol gezdiği bir krizin daha göbeğinde Türkiye.

Önce yerel kaynaklara dayandırılan iddialar ardından eski adı ÖSO, yeni adı Milli Ordu olan ve epeydir maaşını Türkiye’nin ödediği mobil paralı savaşçılara dönüşen grupların görüntülerini izlemeye başladık.

Bu grupların Libya’dan sonra yeni güzergahlarının Azerbaycan olduğu belirtiliyor. Suriye’nin kuzeyindeki yerel kaynaklar şimdiye kadar 800’e yakın milisin Azerbaycan’a gönderildiğini, gönderilmeden önce 1 haftalık kısa eğitimlere tabi tutulduklarını, 1500 dolar civarında maaş aldıklarını aktarıyor.

Türkiye ve Azerbaycan bu iddiaları yalanlıyor ancak Libya’da da benzer bir durum yaşanmıştı.

Bu arada, Libya’daki yerel haber kaynakları son haftalarda Libya’dan 4 bine yakın paralı savaşçının ayrıldığını öne sürüyor.

Ermenistan tarafına yakın kaynaklar bu silahlı milislerin cihatçı olduğunu savunuyor ve 4 bine yakın cihatçının Türkiye tarafından Azerbaycan’a nakledildiğini savunuyor. Ancak cihatçıların olduğu İdlip’ten bu kadar yüksek sayıda cihatçının çıkış yaptığına dair teyid yok. Gidenlerin Türkiye tarafından kurulan veya destekleyen silahlı grupların mensupları oldukları biliniyor.

Bu gruplar doğrudan El Kaide tedrisatından geçmemiş olsalar da mezhepçi yaklaşımları, çizgileri biliniyor. Şii Azerbaycan’a ‘Neden savaşmaya gidiyoruz?’ diyen ve Türkiye’nin desteklediği gruplardan birinin üyesi olduğu belirtilen birinin kaydı birkaç gündür sosyal medyada dolaşımda.

Türkiye, bu grupları Azerbaycan’a niye gönderiyor? Bir Azerbaycan-Ermenistan savaşından Türkiye’nin çıkarı ne? Amaç bir taraftan Türkiye içindeki milliyetçilik hislerini kabartırken diğer taraftan Rusya’yı Libya ve Suriye sahasında az da olsa sıkıştıracak bir koz elde etmek mi?

Azerbaycan ile tarihi bağlar göz önüne alındığında duygusal sebeplerle Türkiye’nin bu krize karşı hassas olması normal sayılabilir ancak savaşın esas tarafıymış gibi agresif ve Türkiye’yi bir kez daha bağlayan söylemlerle dahil olması şart mı?

Azerbaycan ve Ermenistan’ın savaşa gitmesi Türkiye’ye ne kazandıracak?

Peki iki ülke arasındaki kriz savaşa dönüşmeden yatışırsa bir sonraki gün savaş davullarının sesi ile uyanacağımız ülke, bölge hangisi olacak?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...