14 Temmuz 2020 00:43

15 Temmuz: Darbe ile dikta arasında

Fotoğraf: Elif Öztürk/AA

Paylaş

15 Temmuz bir “demokrasi bayramı” ise, ülke darbe girişiminin yapıldığı 15 Temmuz 2016’dan bu yana nasıl adım adım faşizan bir dikta rejiminin tahakkümü altına girdi?

Darbe girişiminin üzerinden 4 yıl geçtikten sonra bu soruya çok daha açık yanıt verebiliriz: Ülkedeki iktidar istediği kadar 15 Temmuz’u “demokrasi bayramı” ve kendini de “demokrasi kahramanı” ilan ederse etsin, 15 Temmuz ülkenin siyasi geleceğini darbe ile dikta ikilemine sıkıştıran iki gerici güç arasındaki hesaplaşmanın bir dönemecinden başka bir şey değildir.

Dikta rejiminin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için demokrasi adına hangi kazanım varsa bir bir tasfiye edenler, yarın “demokrasi bayramı” kutlamalarında birer ‘demokrasi kahramanı’ gibi halkın karşısına çıkıp ‘demokrasi’nin nimetleri üzerine nutuklar çekecekler. Elbette madalyonun öbür tarafında siyasi yaşamları boyunca “askeri vesayeti ortadan kaldırmak”tan söz eden bir siyasi yapılanmanın iktidarı ele geçirmek için düzenlediği bir askeri darbe girişiminin bulunması da durumu daha ironik hale getiriyor.

Bugün bu iki gerici güç arasındaki hesaplaşmayı darbe girişimine kadar getiren belli başlı dönemeçleri hatırlamak sadece geçmişi anlamak için değil, iktidarın siyasi yönelimlerini görmek bakımından da önemli olacaktır.

1960 darbesinden 2007 ‘e-muhtıra’sına kadar Türkiye’nin yakın tarihi, siyasetin darbeler/darbe girişimleri üzerinden dizayn edilmesinin tarihidir. Ancak 15 Temmuz darbe girişiminin ülkeyi 11 yıl boyunca (2002-2013) birlikte yöneten neoliberal İslamcı-muhafazakâr güçlerin kendi aralarındaki hesaplaşmanın bir sonucu olması bakımından önceki darbelerden, darbe girişimlerinden farklılık gösterdiği söylenebilir. Zaten aradan geçen dört yıla rağmen darbenin siyasi ayağının ortaya/açığa çıkartılamamış olmasının da nedeni, bu iki siyasi gücün fazlasıyla iç içe geçmiş olmasıdır. Bu nedenle bugünün en ‘Erdoğancı’ siyasetçilerin dünün ‘Hocaefendi’ye saygıda kusur etmeyen, onunla aynı pozda görünmek için birbirleriyle yarışan isimler olmasında şaşırtıcı bir yan yoktur.

Bu iki siyasi gücün; Refah Partisi’nin ‘gençleri/yenilikçileri olarak Erdoğan ve arkadaşlarının ile CİA’nın eski Ortadoğu Şefi Fuller’in deyimiyle “liberal ve reformist bir İslamcı” olan Gülen’in iktidara geliş/getiriliş sürecinde ABD ve batılı emperyalistlerin açık bir desteği söz konusudur. Çünkü bu güçler, bölgenin (Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın) “ılımlı İslam” (batılı emperyalistlerle uyumlu neoliberal İslamcılık) üzerinden yeniden dizayn edilmesi için Türkiye’yi “model ülke’ olarak görüyorlardı.

Burada bir parantez olarak şunu da belirtelim: 15 Temmuz’dan sonra AKP-Erdoğan’ın batı karşısında Rusya ile işbirliğine yönelmesi, ne ekonomik (AB) ve ne de askeri (NATO) ve siyasi olarak batı blokundan bir kopuş anlamına gelmiyordu. Aksine bugün Libya’da ABD ve NATO ile işbirliği arttırmak için yeni adımlar atan Erdoğan iktidarı, bu dönem boyunca Rusya ile ilişkilerini batılı emperyalistlere karşı kendi manevra alanlarını genişletmek ve pazarlık gücünü arttırmak amaçlı bir koz olarak kullandı/kullanıyor.

Bu güçlerin iktidar olması/yapılması sürecinde öncelikle devlet/bürokrasi/ordu içinde bu sürece ayak direyen geleneksel güç odaklarının tasfiyesine yönelik olarak Ergenekon operasyonları yapıldı. 15 Temmuz’dan sonra Ergenekoncuların Erdoğan ile ittifaka yönelmesinde, Gülencilerin (FETÖ) bu operasyonları tasfiye edilen ordu mensuplarının yerine kendi elemanlarını yerleştirmenin bir dayanağı olarak kullanması etkili oldu.

Bu dönemde hem iç ve hem de dış politikanın dizaynı bakımından tasfiyesine yönelik operasyonlaryapılan bir diğer önemli siyasi güç de Kürt hareketi(KCK operasyonları) idi.

Bugünkü iktidarın dayanak ve yönelimlerini anlamak bakımından bir diğer önemli nokta da bu dönem boyunca iktidarla işbirliği halinde olan sermaye güçlerinin oldukça hızlı büyümesidir. Elbette bu büyümede Türkiye’de devlet harcamalarının milli gelirin yaklaşık üçte birine (250-260 milyar dolar) tekabül etmesi ve devletin ihale ve kredilerinin bu sermaye çevrelerine akıtılması önemli bir rol oynadı. AKP-Erdoğan ve Gülencileri arasındaki ittifakın devam ettiği dönem boyunca AKP bağlantılı MÜSİAD ve Gülen bağlantılı TUSKON’a üye şirketlerin en büyük şirketler listesine girmeye başlamasının kerametini de bu politikalarda aramak gerekir.

Türkiye’de 1985’ten 2013’e 28 yılda yapılan 49 milyar dolarlık özelleştirmenin 41 milyar dolarlık kısmının AKP-Erdoğan ve Gülencilerin iktidarı paylaştığı 2003-2013 yılları arasında gerçekleşmesi ve yine bu dönemde eğitim ve sağlıktan iş güvencesi ve emekliliğe işçi sınıfı ve halkın kazanımlarına yönelik tarihin en kapsamlı saldırılarından birinin gerçekleştirilmiş olması, batılı emperyalistlerin bu iktidarı niçin ‘sevdiğini’ de fazlasıyla açıklıyordu.

Uzatmadan söylemek gerekirse, siyasi rakiplerini saf dışı bıraktıkları ve sermaye içindeki dayanakları arttığı oranda ittifak halindeki bu iki İslamcı-muhafazakâr güç bu kez birbirleriyle iktidar mücadelesine giriştiler. Bir yanda Gülen’i tartışmasız lider/halife ilan etmek isteyenler ve öte yandan bunların baskısını bertaraf ederek başkanlık/tek adam iktidarını kurmak isteyenler vardı.

Sonuç olarak 15 Temmuz, dayanakları ve siyasi yönelimleri bakımından esasta çok da farklı olmayan bu iki güç arasındaki bir hesaplaşma olarak gerçekleşti. Yenenler “demokrasi kahramanı”, yenilenler “vatan haini” oldular!

Ancak bu iki gerici gücün ülkenin siyasi geleceğine ipotek koymak için giriştikleri siyasi hesaplaşmanın kaybedeni bu ülkede yaşayan halklar ve ülkenin demokrasisi oldu. Öyleyse bugün bu gidişatı değiştirmek için, halkın geleceğine konulan ipoteği ortadan kaldırmak üzere mücadele sahnesine çıkması dışında bir seçenek bulunmuyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...