13 Temmuz 2020 00:45

Kaçakçılıkla insan kaçakçılığı arasındaki çizgi ne kadar kalın?

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Van Gölü’nde 27 Haziran’da batan balıkçı teknesi onlarca mülteciye mezar oldu. 106 metre derinlikte yatan tekne nihayet bulundu. Her gün yeni cesetler çıkarılıyor.

Tekneden tek sağ kurtulan ve “göçmen kaçakçılığı” suçlamasıyla tutuklu bulunan Medeni Akbaş, olay yerine getirildi. Yaşadığı travma ve utanç ekranlara yansıdı. Akbaş 7 çocuk babasıydı ve inşaat işçiliği yaparken bu işe bulaşmıştı. Fakat onun bu haline bakan pek çok kişi, insan kaçakçıları ile çay, tütün, mazot vb kaçakçılarının birbirine karıştırılmaması gerektiğine vurgu yaptılar ve iki kaçakçılık türü arasında asla geçişkenliği olmayan donuk bir duvar ördüler. Bu refleksin altında yatan bir kaygı da sınırda yoksulluk nedeniyle kaçakçılık yapmak zorunda kalan, ekmeğini bu işten çıkaran çocukları ve yöre insanını “insan kaçakçıları” ile aynı kategoride suçlanmaktan kurtarmaktı.

Kaygılar bir yere kadar anlaşılır. Ama gerçekler acıdır ve acı da olsa gerçeği söylemek gerekir: Hem Van’da hem sınır hattındaki diğer kentlerde işsizlik ve yoksulluğun girdabında çırpınan köylüler, yanı sıra balıkçı tekneleri, “göçmen tacirliği” gibi iğrenç bir organizasyonun içine çekiliyor. Kaldı ki, bir kaçakçının, insan kaçakçılığına kati surette bulaşmayacağını yazan bir doğa kanunu da yok. Elbette hiyerarşik yapının tepesinde mülteci canıyla beslenen baronlar var. Ama onların tezgâha düşürdüğü yoksul emekçiler ve köylüler de görmezden gelinmemeli.

Sonuç: Göçmen tacirliği ile mücadele bir sistem sorunu. İnsan kaçakçılığı da sadece güvenlikçi tedbirlerle ortadan kalkmaz. İşin sosyoekonomik arka planı çözülmedikçe bunlar palyatif tedbirler olarak kalır. O nedenle emekçilerin iş, ekmek, özgürlük mücadelesi ile insan kaçakçılığına karşı mücadele birleşmek durumunda. Van ve diğer kentlerde “tacirlik”, “taşıyıcılık” üzerinden yaratılan yozlaşma ve toplumsal çözülmeye karşı yürütülecek aydınlatma çalışması da bir bu kadar önemli.

AYASOFYA KARARI AVRUPA SAĞININ İŞİNE GELİR 

Tarih mart 2019’dur. Yeni Zelanda’da ırkçı fanatikler tarafından iki ayrı camiye cuma namazı sırasında silahlı saldırı düzenlenir. 50 kişi hayatını kaybeder, 20 kişi ağır yaralanır.

Aynı günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı bir televizyon programında konu Ayasofya tartışması üzerinden gündeme gelir. Erdoğan’ın yanıtı şöyledir: “…Acaba bunu söyleyenler, bu camilerin başına ne gelir, bunu düşünüyor mu? Şu anda kundaklama hareketleri, birçok şeyler yapılıyor. Bunları düşünmeden, bunların hesabını yapmadan söylüyorlar. Kusura bakmasınlar bunlar dünyayı tanımıyorlar, muhataplarını bilmiyorlar. Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim...”

Peki, çok değil sadece aradan bir yıl geçtikten sonra ne oldu da istikamet değişti? İçeride ekonomik açmaz ve siyasi konsolidasyon kaygısı baskın görünüyor. Ama açık ki son Ayasofya hamlesi, Avrupa ve batı ülkelerinde aşırı sağ partilerin, İslamafobik dinci ve ırkçı hareketlerin güçlenmesine vesile olacak. Türkiyeli ve Müslüman göçmenlerin üzerindeki baskı daha da artacak. Avrupa’da bir arada yaşamın temelleri daha da zayıflamış olacak. Göçmenlere ve “yabancılara” karşı politikalarını sertleştiren Avrupa Birliği devletleri el ovuşturuyor olmalı.

ALİ EL HEMDAN DAVASI VE BAROLAR

Adana’da polis kurşunu ile can veren 19 yaşındaki Suriyeli mülteci Ali El Hemdan’ın dava duruşması 9 Temmuz’da görüldü. Tanık ifadeleri polis memurunun beyanlarını yalanladı. Hemdan iddia edildiği gibi kaçarken vurulmamıştı. Baba Adnan Hemdan da benzer yönde ifade verdi, oğlunu vuran polisten şikayetçi oldu.

Adana ve İzmir barolarından avukatlar, ÇHD’liler ve hak savunucuları da oradaydı. Baba Hemdan baroların savunma talebini kabul etti. Onlar olmasa, gözlerden ırak bu dava kamuoyu oluşturamayacak, belki de unutulup gidecekti. Savunma sadece avukatlar, sadece vatandaşlar için değil, evrensel hukuk ve mülteciler için de direniyor. “Çoklu baro” yasasına karşı verilen mücadeleyi bir de buradan okumalı.

25. YILINDA SREBRENİTSA

Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşanan iç savaşta, Sırp faşist çeteleri korkunç katliamlara imza attı. Soykırımdan kaçarak Srebrenitsa kasabasına sığınan Müslüman inançtan insanlar, toplu kıyıma uğradı. 13-18 Temmuz tarihleri arasında 8 binden fazla çocuk ve yetişkin öldürüldü. Bu yıl 25’incisi düzenlenen anma etkinliklerinde, DNA testi sonucu kimlikleri tespit edilen bazı kurbanların defin işlemi de gerçekleşti.

Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrası en kanlı katliam olarak anılan bu olay, açık bir soykırım denemesiydi. Srebrenitsa katliamı, iç savaştan ve soykırımdan kaçan sığınmacılara vadedilmiş “güvenli bölgelerin” nasıl birer “ölüm bölgesi”ne dönüştüğünün de tarihsel belgesi oldu. BM bünyesinde görevlendirilen 400 kişilik askeri güç, binlerce mülteciyi adeta Sırp birliklerinin önüne attı.

Srebrenitsa’dan sonra, az buçuk tarih bilgisi olan mülteciler; savaşlar sona ermedikçe, kendilerine vadedilen “güvenli bölgeler”e şüphe ile bakmayı da öğrendiler.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...