19 Nisan 2020 00:01

“Oy göresim geldi Berçenek seni”

Berçenek köyünden görünen termik santral bacası

Fotoğraf: Evrensel

PAZAR
Paylaş

İki gündür köşe bucak gezdiğimiz ovadan Elbistan’a dönüş yolunda Berçenek tabelasını geçerken “dur” dedim Akif’e. “Sağda dur, lütfen”. Tabeladan 20-30 metre ötede dar asfalt yolun kıyısında durdu otomobil. Şarampolün yanı başında neredeyse bir adam boyu yüksekliğinde duvarlarla çevrili iki katlı bir köy evi vardı. Sadece geniş kanatlı demir parmaklıklı kapısından içerisini görebildiğimiz evin çatısına kadar üzüm asmaları ve mor çiçekleri güneşte şavkıyan sarmaşıklar yükselmişti. Bahçenin ortasındaki karıkların arasında eski bir ceket, yırtık hasır şapka giydirilerek kondurulan korkuluk sanki bütün bostanı gözleyen bir bekçi edasıyla dikilmişti. Evin sekisinin üzerinde sarı bir köpek başını betona koymuş, öğle sıcağında serinlemeye çalışıyordu. Arabamız kapının önünde durunca kafasını kaldırıp kulaklarını dikti. Bizden yana meraklı bir bakış attıktan sonra tekrar kafasını betonun serinliğine yasladı.

Arabadan çıkıp tabelaya doğru yürüdüm. Gün boyu bize Afşin Ovasını gezdiren Elbistanlı öğretmen dostumuz ve yol arkadaşım Akif Pamuk, gölgede 40 dereceyi bulan öğle sıcağına çıkmaya hiç niyetli değillerdi ki ben çıkarken ardımdan garipseyerek baktılar. Ne yalan söyleyeyim, klimanın serinlettiği aracımızın kapısını açtığımda yüzüme vuran ağustos alafı normal bir zaman olsa beni de yerime mıhlardı. Oysa Berçenek’ten çıkmak üzereydik ve belki ömrümde bir daha Mahzuni türkülerinde yüzlerce kez adını duyduğum bu küçük köyü görme şansım hiç olmayacaktı.

Tabelasının önünde bir iki fotoğraf çekip babama göstermekti bütün amacım. Babam ki Mahzuni öldüğünde sanki babası ölmüş gibi yas tutmuştu. Ozanın cenazesi bizim köyden 15 kilometre ötedeki Hacıbektaş’a, erenlerin kutsal bellediği boz bir tepenin yamacına, delikli taştan 30 metre beriye getirildiğinde ağlayarak koşup giden ve ozanın kocaman bir fotoğrafını çerçeveletip evin baş köşesine koyacak denli Aşık Mahzuni’ye tutkun biriydi.

Küçükken, daha aklımız beş karış havada çamurlu köy sokaklarında oyunlar oynarken, belki de yaşamımızın bu en görkemli zamanlarında, dünyayı üzerinde gezdiğimiz bu sarı dikenli, sıra servili, kara alıçlı, mor çalılı bozkırdan ibaret sanan biz çocuklar için Mahzuni ve Neşet Ertaş türkülerinin hep ayrı bir yeri olmuştur. Annelerimiz, babalarımız bu büyük ozanların kasetleri, plaklarını dinlerlerdi hep. Tarlada çapa yaparken, puslu güz günlerinde tarla sürerken, sarı sıcağın alnında mercimek yolarken ya da geniş sağrılı bir beygirin ardı sıra dünyanın dönüşüne ayak uydurmak ister gibi döven üzerinde dönüp dururken yanık sesleri ile onların türkülerini söylerlerdi. Biz büyürken de hiç kulaklarımızdan eksik olmadı o türküler. Bizi onlar büyüttü. Analarımızın söylediği ninnilere karışan, sevdalanınca, gurbet elde kalınca dertlenip dertlenip dinlediğimiz, bir mısrasına binlerce kadeh kaldırdığımız türküleri yaratanlar bu yüzden hep gönlümüzün en güzel yerlerinde gezindiler yıllarca.

Otomobilden çıkıp tabelaya doğru yürürken abartısız 45 dereceyi buluyordu öğle sıcağı. Arada çok hafif bir rüzgar yüzümden, alnımdan akan tere dokunuyor, serin bir esinti yanağımı okşayıp geçiyordu. Tabelanın gerisinde görünen köy, sanki birkaç evden ibaretti. Boyasız betondan duvarları (Birkaç tane yarısı yıkılmış kerpiç ev de görünüyordu), kırmızı, ya da çinko kaplı çatıları olan evler, sarı sıcağın altında yanıyor, adeta buğu buğu tütüyordu.

Tabeladan köye doğru biraz yürüdüğünüzde iki oluğundan ince ama buz gibi su akan bir çeşmenin başına varıyordunuz. Üzerine yerleştirilmiş levhaya göre bir doktorun Aşık Mahzuni’nin anısına yaptırdığı bu çeşmenin arkasında da eskiden belli ki harman yeri olan, sonrasında ise Mahzuni şenlikleri için düzenlendiği anlaşılan bir tören alanı vardı. Paslı tel örgülerle çevrelenmiş tören alanının girişinde, sarı bir kayanın üzerine Mahzuni’nin köyüne özlemini anlatan türküsünün bir kıtası yazılmıştı. İlk dizesini yanlış yazmışlardı türkünün. “Oyy göresim geldi Berçenek seni” dizesindeki “geldi” sözcüğü unutulmuştu!..

Köy mezarlığının hemen yanı başındaki bu tören alanının hali de yanlış yazılan mısralardaki özensizliğe tuz biber ekecek derecede perma perişandı. Belki de yaşamı boyunca inançları ve düşünceleri kurulu düzenle uyuşmayan ozanın adını dahi anmak istemeyenler, istemeye istemeye, elleri gitmeye gitmeye yapmışlardı bu tören alanını. Öylesine işte, üstün körü, baştan savma... Tören alanının pejmürde hali o kadar belli idi ki halkın gösterileri izlemeleri için yapılan ahşap tribünlerdeki oturakların çoğu çürümüş, kenarları paslanmış, tahtaları pare pare dökülmüştü!..

Köy çıkışındaki Berçenek tabelasının hemen dibinde üç dal sarı papatya bitmişti. Yel estikçe nazlı nazlı sallanan bu sarı papatyaları kökleri ile birlikte koparıp yanıma almak, birkaç gün sonra gideceğim memleketimde Mahzuni’nin mezarına uğrayıp toprağına dikmek geçti aklımdan ama bunu yapmaya gönlüm el vermedi. Onları topraklarından, yurtlarından, rüzgarlarından ayırmaya kıyamadım ki Mahzuni de eminim onların orada kalmasını isterdi.

Sarı papatyaların çevresinden bir avuç tozlu - topraklı çakıl taşı aldım. Cebime koyup arkadaşlarımı daha fazla bekletmemek için yürümeden önce son bir kez Berçenek’e baktım. Köyün birkaç kilometre uzağında yükselen termik santral bacasından çıkan kara dumanları izledim kederle. Arabaya dönerken Mahzuni’nin “Oy göresim geldi Berçenek seni” türküsünü mırıldanıyordum. Nedense, onun yaşamı boyunca özlemini çektiği bu topraklara değil de, yüzlerce kilometre ötede, Anadolu’nun tam ortasındaki bir bozkır kasabasına gömülmek istemesinin arkasında sadece dini inançlarının yatmadığını düşündüm.

* Yıllardır çalışan iki termik santralin birkaç kilometre uzağında bulunan Berçenek köyü, bölgeye yapılmak istenen üçüncü termik santralin de atık sahasına en yakın köy!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...