04 Ocak 2020 22:10

Açlıkla sınanmış diplomalar

İstanbul Üniversitesi öğrecileri müşteri değiliz öğrenciyiz diyerek zammı protesto ediyor

Fotoğraf: Evrensel

PAZAR
Paylaş

Ben İstanbul Üniversitesinde okudum.

(Yeri her geldiğinde yazmadan edemiyorum, kimlerin kimlerin yokken benim bile kapı gibi diplomam var.) 

Her sabah Beyazıt Meydanı’ndan yürüyüp o tarihi kapının altından geçmek bile başlı başına bir eğitimmiş insana, büyüdükçe daha iyi anladım.

Çünkü o meydanda mücadelenin tarihi yazılı, oraya ayak basmak bile bir sorumluluk.

Her şehirden arkadaşım oldu o kampüste. Memur çocukları, işçi çocukları, çiftçi, esnaf ve işsiz çocuklarıydık. Aynılar aynılarla buluşuyordu alt kantinde.

Çay bedavadan halliceydi, kahve ondan bir tık pahalı olduğundan biraz lüks kaçardı bize. Dar gelirli semtlerin, birbirinden ilginç mimarideki, talibi zor bulunur halde dairelerinde komün yaşanırdı. Zira o dönemler bile devleti yurda ihtiyacımız olduğuna ikna etmek kolay iş değildi. Bu piyango çoğu öğrenciye vurmaz, kimi yurtlara da 18-22 yaşın hayat enerjisi sığamazdı. Her öğrenci evi, içinde olmazların oldurulduğu destanlar barındırırdı. Parasızlığın yarattığı çözümler insanı hayata 1-0 önde başlatırdı. Mesela içinde su kaynattığınız demlikle ütü yapabilirsiniz, tencere yoksa aynı demlikte çorba da. Perşembe pazarından üç kuruşa kumaş alıp kenarlarını dikersiniz, Merter’deki tekstilcilerin atığı kumaş kırpıklarını da içine tıkarsınız. Biraz rahatsız ve sert olmakla birlikte bedava döşek su yatağından daha rahat uykulara vesiledir. İnşaattan bulabileceğiniz bir tuğla içine hurdacıdan alınma rezistans telini takıp ısıtıcı ya da ocak yapmak imkan dahilinde olduğu gibi plastik terlik giymek ve değmemek kaydı ile naylon kovadaki su da benzer bir edavatla ısıtılabilir. Benim zamanımda imkanlar böyleyken “duş” değil “banyo yapmak”tı çoğu arkadaşım için yıkanmanın adı.

Neredeyse hepimizin ek işi vardı. İlk-orta-lise öğrencilerine ders verirdik, anketörlük yapardık, semt pazarlarına çıkanlar olurdu, sokakta stant açanlar, maçlarda şeker, su, sandviç satanlar, tekstillere etiket dikme, boyacılık, dolmuşçuluk, garsonluk, nakliye, hamaliye vesaire vesaire.

Özgüven sınavı oralarda veriliyor, stres ve mahcubiyetten kış günü bile sırtımdan ince ter akardı, yoldan geçen insanları «Bir anket için birkaç dakikanızı alabilir miyim?» diye durdururken.

Devlet üç ayda bir burs veriyordu, dört yılda verdiğini faiziyle birlikte iki yıl içinde geri isteyeceğini hiç aklımıza getirmiyorduk. O, üç ayda bir gelen, kimilerinin garson cebine bahşiş diye sıkıştırdığı tutara erteleniyordu kışlık bot, küçük tüp, bakkalın kabaran veresiyesi, fotokopi ihtiyaçları.

Onca zorlukla edinilen para, o yokluğa rağmen üleşiliyordu. Hayat paylaşımdan ibaretti. Dört sene boyunca tek bardak çay alıp gelmedim kantindeki bir masaya, param bittiğinde de hep içecek çayım oldu önümde. Bir arada durunca soğukta ısınılır, bir arada olunca sınava kolay çalışılır, bir arada olunca yasaklar aşılır, duvarlar yıkılır, baskılara direnilir. Ya hep beraber ya hiçbirimiz diye diye bitirdik o okulu.

Yemekhanede üç gün üst üste nohut, fasulye, mercimek çıksa biz yürüyüşe geçerdik. Bu sebeptendir enflasyonun %100’leri gördüğü zamanlar oldu, bizim yemekhane jetonu aynı kaldı. Bizim de başımıza coplar indi, çoğumuzun bedeninde o zamanların hatırası bıçak yarası, kemik kırığı hatırası kaldı.

Siyasal’da okudum. Burada en az 50 insan sayarım, şimdi hak ettikleri yere gelmiş olsalar, yaşadığımız ülke bambaşka olurdu.

Okurken dayağını yediğimiz devlet, kadrosunda da barındırmadı kimseleri. Tama yakın not ortalaması olan arkadaşlar vardı, aksanlarını beğenmediler, mülakatta elediler, kiminin sicili o dört senede gol yedi, başarabilenlerden son kalanların başını da işte bu son KHK’ler yaktı.

Yine de hayatın ve mücadelenin içinde çoğu. Hala aynı paylaşım ruhu. Pek dönen olmadı, aç yatmayı bilen o çocuklardan tanıdığım hiç kimse bir ihale peşinde eski dostunu satmadı. Hiçbirinin adını utanarak okumadım bir gazete sayfasında. Belki bağırdığımız slogandaki gibi YÖK kalkmadı, üniversiteler özgürleşmedi ama kimse de bu düzene kör, sağır bir köle olmadı.

İstanbul Üniversitesi, yemekhane zammı için şimdi yeniden ayakta.

Öğün hakkı teke düşürülmüş, ikinci öğünü isteyen 18 lira ödeyecek. Bir öğrenci, sabah bir simit yese, öğlen 3,5'tan yemek, akşama 18'e yine aynı yemekhanede tabldot, toplamı etti 22 günde 511,50 lira. KYK bursu 500 liraydı, 2020'de 550 lira oluyor. Hafta sonları aç gezilen bir hesap bu.

Bu gençler ya burs bulacak, ya ana-babalar dişten tırnaktan artıracak ya da bir yandan çalışarak okuyacaklar. Devlet imkan vermiyor ki öğrencisine bir konsere gidebilsin, bir dil kursuna yazılabilsin, ne sinemasından geri kalsın ne tiyatrosundan, ayda birkaç kitap edinebilsin. Bu ülkede gençleri bir kez olsun rahat koymadılar gençliklerini doya doya yaşayabilsinler. 

Eylemdeki gençlerin röportajlarını okudum, konuşmalarını dinledim. Nicedir gömmüşüm kafamı yetişkin dünyama, kendi çocuklarımın liselere giriş sınavına, ekonomik krize, dış siyasete, bir iltihabın dişi zonklatması gibi sürekli beliren savaş tehditlerine, karamsar kere karamsar bir hal. Oysa bu gençler, ne de aydınlık konuşuyor, ne güzel cümlelerle tane tane anlatıyorlar dertlerini, nasıl da parlak gözlerinin içi ve nasıl da haklı ve inançlılar mücadelelerinde.

Şimdi aynı kampüsün önünde, yemekhane eylemindeki öğrencilere inen copları görünce sızısını içimde hissetmekle birlikte, biliyorum ki üniversitelerin ayağa kalkması, sokağa çıkması ve yeniden eylemliğe geçmesinin vereceği korku, copun acısından büyüktür.

Çünkü zamanında, bir copun acısıyla bir mücadeleden edinilen zaferin tadını kıyaslama şansımız oldu. Direnişin tadı hep ağır basar.

Zafer dilerim ve umarım direnen öğrencilerin olur. Beyazıt’tan bir rüzgar eser, sonra bakarsın hava döner işçiden, işçiden eser yel.

Bir domino zinciri gibi gelecek. Ya kontak kapatan kamyonculardan ya yoksulluk sınırı altında asgari ücrete talim eden işçiden, ya zeytinliği yok edilen köylüden ya içi soğumayan madenciden belki de yemeği elinden alınan öğrenciden. Bir rüzgara bakıyor.

Bir devlet üniversitesi kazanıp da bitirene kadar neler çekiliyor ancak hakkıyla diplomasını eline alanlar biliyor.

Rüzgardan korkacak olan bizler değiliz, ne fırtınalar atlattık.

Acılara tutunmak kadar tırnakla umut kazımayı da öğrendik. Bu memlekette ancak böyle sağ kalınıyor.

Bu sıralar, bir umudum sizde gençler, anlıyor musunuz?

Dilerim karnınız tok, sırtınız pek günler de gelir. Gelecek sizin ellerinizdedir.

Cem Karaca 1975’te yazmıştı bu sözleri, biz zamanında üzerimize alındık. Gençliğimiz yetmedi, vaziyet gördüğünüz gibi. 45 sene geçmiş üzerinden, benden gençlere gelsin bu pazarın şarkısı:

Biz görmedik sen görürsün
Yavrum, yavrum, yavrum, yavrum
Didişmeden geçen bir gün mutlaka
Yalansız dolansız bir dünyayı
Yavrum yavrum
Kuramadık, kurarsınız mutlaka

Boşa harcandı benim yıllarım
Boşa geçen yıllarıma yanarım
Affet beni ne olur yalvarırım
Yavrum, yavrum, yavrum, yavrum
Yarın senin ellerinde, güzel kur
 

Biz görmedik sen görürsün
Yavrum, yavrum, yavrum, yavrum
Daha mutlu Türkiye’mi mutlaka
Kulun kula kul olmadığı bir yarın
Yavrum, yavrum
Kuramadık, kurarsınız mutlaka

İliminle, kitabınla, aklınla
Ellerinle, dişinle, tırnağınla
İnsan olmanın verdiği onurla
Yavrum, yavrum, yavrum, yavrum
Yüreğinle kur yarını, güzel kur

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...