14 Aralık 2019 23:53

Parlak istikbalimizin şerefine...

Rakı ve mezeler

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Bir şeyler habire “tu kaka” oluyor. Neden, ne zaman, ne hakla, ne alaka anlamak mümkün değil. Bir konu atılıyor ortaya, geçmişten beri sahip çıktığımız, değerlerimizden dediğimiz, toz kondurmadığımız bazı şeyler kötüleniyor. Sonra bir savunma mekanizması devreye giriyor. Savunma da bir süre sonra popülerleşince klişeye dönüyor, suyu çıkıyor. İşte oradan sonra o mevzu boşluğa düşüyor. Yeniden kötülendiğinde savunma duvarları ilk turda yorulduğundan çok da uzun olmayan bir vadede, bir değeri kaybetmiş oluveriyoruz.

Bir sürü örneği var, son yıllarda rakı sofrası da buna dahil oldu. 

Ülkelerin dünyaca bilinen bazı özellikleri vardır ya da bazı markaları. Mesela Alman’ın teknolojisi, İskoç’un viskisi, İsviçre’nin çakısı, Belçika’nın birası, Hindistan’ın baharatı gibi. Türkiye denilince de muhakkak İstanbul ve rakı gelir bir yabancının aklına.

Rakıyı farklı kılan içme adabıdır. Öyle ayakta, genel geçer sohbetle, bir yandan dans ederek içilmez. Bir kere seremonisi buna müsaade etmez. İki kadehlidir, yanında kendine yakışır meze gerektirir. Alkol oranı yüksektir, yavaş yavaş tüketilmesi lazım gelir. Bu da uzun zaman ayrılan, kalabalık sofralara delalettir. Rakı ile öyle hemen sarhoş olunmaz, ağır ağır demlenilir.

Masaya önce mezeler gelir, sonra su ve rakı. İlk yudum için herkes birbirini bekler, kadehler şerefe diye tokuşturulup bir de masaya vurulur.

Buna farklı anlamlar atfedilir. O masanın şerefine, hatırına demektir, masada yer alamayanların da anısınadır, bu masada konuşulan bu masada kalır manası da vardır.

Rakı Ansiklopedisi’nde geçer:

“Eskiden gazeteler akşam baskısı yapar, buna halk arasında meyhane baskısı denirdi. Çünkü ertesi günün haberleri ilk olarak meyhane masalarında okunurdu. Meyhaneler gündemin sıcağı sıcağına konuşulduğu yerlerdi.”

Uzun oturulduğu için muhakkak bir yerde dil çözülür, dertler, fikirler masaya yatırılır, hep birlikte çözüm, sonuç aranır. Genellikle de bulunur. 

Tarihimiz rakı sofralarında alınan kararlardan, ortaya çıkan fikirlerden vücuda gelen eserlerle doludur.

Mesela Asmalımescit’teki Refik Meyhanesinin müdavimidir Edip Cansever, burada çok ilham bulmuştur. “Çağrılmayan Yakup” şiiri Refik’in garsonu Yakup’a yazılmıştır. Yakup da daha sonra kendi meyhanesini açmıştır.

Bir zamanlar Nevizade’deki Lambo’nun Meyhanesi, Alaylılar Akademisi diye de bilinir. Orhan Veli’nin keşfi meyhane için İlhan Berk “bir tramvay büyüklüğündedir” demiştir. Ancak buncacık meyhane Leyla Erbil, Leyla Umar ve Mina Urgan gibi kadın edebiyatçıları da ağırlamış, büyük isimleri küçücük mekana sığdırmayı başarmış. Veresiye defteri ile nam yapmış Lambo, müdavim edebiyatçıların paraları çıkışmadığında o deftere bir şiir, bir söz yazdırırmış.

Hiçbir iyiliği cezasız bırakmayan bu topraklarda, Mösyö Lambo’nun meyhanesi de komünist olduğu gerekçesi ile kapatılmış.

Defteri ile ünlü bir diğer meyhane de Bostancı’daki Hatay Meyhanesi, Cemal Süreya’nın baş köşesi. 

Bu meyhane Ece Ayhan, Adnan Özyalçıner, Sennur Sezer, Can Yücel, Salah Birsel, Behzat Ay, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve nicelerini ağırlamış, Tomris Uyar bu masalarda kadehini Cemal Süreya’ya kaldırmış. Eski bakanla üniversite öğrencisi aynı masada oturur diye tarif ettiği bu meyhanede yazmış çoğu yazısını, şiirini Cemal Süreya, öyle ki mektupları bile bu adrese gelirmiş.

Burada tutulan anı defterleri, “Hatay Meyhanesi Defterleri” adıyla kitaplaştı. Söz uçar, yazı kalır. Buradaki anılar böylece ölümsüzleşti.

Bir diğer kitabı olan mekan da Ankara Ulus’taki Kürdün Meyhanesi diye bilinen Yeni Hayat Lokantası.

Bu kitabı edinebilmek için 4 yeni kitap bedelini gözden çıkarmıştım. Zor bulunur şimdilerde.

Dönemin bakanları, vekilleri, edebiyatçıları, ressamları, şairleri ve çizerleri burada buluşur, tartışır, o tartışmalardan unutulmaz anılar kalırmış.

Ağırladığı bazı isimler şöyle: Nurullah Ataç, Orhan Veli, Azra Erhat, Behice Boran, Çetin Altan, Cüneyt Arcayürek, Ceyhun Atuf Kansu, Fikret Mualla ve Fikret Otyam.

Benim aklımda en çok, bir akşam yenilikçi şairleri yerip aruz vezni ile masaya şiir okuyan birine, içtiği onca şişenin ardından Orhan Veli’nin tek bir cümle ile adamın veznindeki hatayı söyleyip masadan kalkma öyküsü kalmış. Kimseler bilmezmiş ama Orhan Veli’nin matematiği de kalemi kadar kuvvetliymiş.

Rivayet olunur ki bu meyhaneye, müdavimleri yüzünden çok fazla sivil polis dadanırmış. Kimlikleri anlaşılmasın diye şair taklidi yaparlarmış. Ancak camianın bunları fark edince, şişeyle içki açtırıp hesabı onlara kilitlemesi de adettenmiş.

Aşık olmayı bilmeyen anlamaz kim ne bulur meyhaneden. İnsan sevmeyen de bilmez tek başına oturduğun bir masanın, gecenin sonunda dostlarla dolmasının tadını. Bir meyhane müdavimi olmak demek kapı komşuna anahtar bırakmak gibidir. Bir sıkıntı ya da neşe hasıl olduğunda çalacak kapın hazır demektir. Birbirinin rakıyı nasıl içtiğini bilmek iyi bir dostluk göstergesidir, birlikte demek nice dertleşilmiştir. Kimi sek içer kimi domuz sıkısı kimi bir kapak, kimi rakıya buz atar, kimi suya, kimisi kadehini ehlikeyf içinde alır. Bunları akılda tutan garson ise uğruna şiirler yazılasıdır.

Cahit Sıtkı Tarancı, şiiri, aşkı ve rakıyı aynı kefeye koyar, hayata dair lütuflar arasında.

Gün olur ki ne gökyüzü para eder,

Ne deniz kenarı ne bağlar, bahçeler. 

Gün olur ki ne kız ne rakı ne şiir, 

Hiçbir şey insanı sarsmaz, kandıramaz; 

Her çeşmeden boş döner elindeki tas. 

Gün olur ki çıldırmak işten değildir.  

Nâzım Hikmet kederini dağıtmak isterken anar adını:

Geçip gitmiş günler gelin

rakı için sarhoş olun

ıslıkla bir şeyler çalın

geberiyorum kederden. 

Ve Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’ta bu topraklara ait derman diye anlatır rakıyı:

“Bereket versin, Anadolu’nun bu yalnız kendisine mahsus dertleri yanında bunların gene yalnız kendisine mahsus çareleri vardır. Bunlardan en birincisi “rakı” dır.”

Benim gençlikten beri hayalimdi bir meyhane açmak. Ahmet Ümit kitaplarındaki Evgenia gibi olmak.

Çünkü insanın gücü, her derde derman olmaya yetmiyor. Çok acı var.

Derdini masaya yatırmak isteyenleri ağırlamak bana iyi gelir derdim hakeza neşeli kutlamalara yandan dahil olmak.

Şiştikçe şişinen muhafazakarlar, siyasal İslam, içki içmeyi alkolik olmakla eşledi. Ne içersen iç, ne kadar içersen iç, hepsi bünyeye zarar, içen insan ziyan algısını dayattı. 

Anlamadılar insan neden meyhaneye gider, ne bulur bilemediler.

Nâzım Hikmet’in dediği gibi:

“Biz ince bel, ela göz, sütun bacak için sevmedik güzelim

Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda

Ateşin yanında barut, barutun yanında ateş olasın diye!

Rakı sofralarında söylenip, acı tütün çiğnercesine sevdik

ANLAYAMADILAR…” 

Çıkıp meyhane yeriyorlar şimdi. Bu cehaletin dört nala koştuğu günlerde ne şiir ne kitap konuşacak vakit bulamazken kimse, neremizden vuruyorlarsa oraya sahip çıkmak vazifedir. Rakı içmek muhalefet midir diyorlar, bir yasağa direnmek, bir kültürü kaybetmemek, kucaklamaktır bir nevi.

Bu açıdan bakınca evet bir karşı duruştur dayatmalara.

O dayatmaları öyle aleni ki anestezisiz kanal tedavisi gibi sinirime basıyor.

Öyle de haklıymış gibi bağırıyorlar ki ortada, iki kadeh fotoğrafı koymuşuz diye biz utanacak değiliz onların yanında.

Şimdilerde “Kafirler bir müslümandan korkmuyorsa müslüman, müslüman değildir” diyen İsmet Özel bile en güzel şiirlerini yazdığı geçmiş dönemde rakı sürmüştür yaralarına. 

“Hazırım ey kalaycı çırakları ve göğümcüler

Ey rakı sürülmüş yaralarım.”  

Bir şairin aklının çelinmesi değil sadece, bizim marşlarımızı bile çaldılar. Kadınlığımızı çalıyorlar her gün, giydiğimize karışıyorlar, dansımıza, eylemimize, rujumuza, dövmemize, analığımıza karışıyorlar. Beyin göçü yüzdeleri artıyor, geleceğimizi çalıyorlar. Ormanlarımızı çaldılar, on binlerce yıllık tarihi yıktılar. Eğitim sistemi laçkaya döndü, bu çocuklar bizler gibi Rıfat Ilgaz’la, Muzaffer İzgü'yle, Aziz Nesin’le büyümüyorlar. Özgürlüğümüzü çalıyorlar her gün. Her gün yeni bir tutuklama haberi düşüyor ajanslara. Mizahımızı çalıyorlar, gülecek mecal bırakmayarak, karikatüristleri tutuklayarak.

Hayatımızı kuşattılar dört koldan.

Beni dinlemeyin isterseniz ama Turgut Uyar’a kulak verin:

“Biraz birazdım her şeyden

dün biraz sinirlenmiştim mesela

Yarın bir kadını seveceğim biraz

biraz biraz kör oldum bugünlerde

Ama rakı kadehlerini boşaltmayın

eksilmesin hiçbir şey

hiçbir şeyden dahi olsa

kalsın biraz.“

Elimizden aldıkları bir değil bin değil, hiçbir şeyden dahi olsa elimizde kalsın biraz.

Fonda Müzeyyen Senar çalarken gözlerimiz dolmayacaksa nasıl yaşayacağız bu hayatı?

Bize şiirler yazdıracak, yeni fikirler bulduracak, dostlarla kavuşturacak, geçmişle aramızda bağ kurduracak her mekan bizimdir.

Kârlı olan, komisyonu göze alıp, ihaleye girip hazine arazisine bir inşaat dikmekken senede 5 kere zam gören içkiyle meyhanecilik zor seçimdir. 

Reşad Ekrem Koçu, 1947’de Eski İstanbul Meyhaneleri’ni yazmıştı. Bu kitapta anlatılan 16. yüzyıldan bu yana var olan bir hikayedir.

Tarih bilgisi televizyon dizilerinden ibaret olsa bile herkes bu döneme Osmanlı’nın dahil olduğunu idrak edecektir.

Şimdi meyhane aleyhine ne derseniz deyin, ayıp bizim değil sizin.

Son sözü yine Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’undan seçtim.

“Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim.” 

İyi pazarlar dilerim. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...