02 Aralık 2018 00:45

Öykü şaibesi: ‘Adı bende saklı’ meyhanesi

Öykü şaibesi: ‘Adı bende saklı’ meyhanesi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Geçen pazar, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü, kadına yönelen şiddetle geçti.

Yürüyüş yapmak isteyen kadınlara yönelik polis müdahalesinden sonra kadınlar, bir de kendilerini terör örgütlerine suistimal ettirmekle ve kendilerine zorla şiddet uygulattırmak suretiyle iktidarın imajını zedelemek ve kamuoyu oluşturmaya çalışmakla itham edildi.

Bu hafta, üzerine çalıştığım bambaşka bir yazı konusu vardı. Elim başka konuya varmadı. Bir öykü yazdım.

ADI BENDE SAKLI MEYHANESİ

Bir arkadaşımla buluşacaktım. Çok uzun boylu oturup konuşma şansımız olmamıştı öncesinde. Öyle yıllardır birlikte tatillere gitmiş, yediği içtiği ayrı gitmeyen, can ciğer arkadaşlar değiliz. Ama ayakta kalmaya çalışan kadınlar illa ki birbiriyle bir yerde denk gelir ve arkadaş olurlar. En son, kadın eyleminde karşılaşmış, ayak üstü sohbete doyamamış ve sıkılan gazın kokusunu alır almaz, aniden dağılmak zorunda kalırsak başka bir gün oturup uzun boylu konuşalım diye sözleşmiştik.

Beni aradı 2 gün sonra. Sözleşmek demek karşılıklı söz vermek demektir ve sözünü tutan insanlara saygı duyarım.

Mekanı o seçti, ufak, güzel, kuytu bir meyhane. Yerini de güzelce tarif etti. Ben bu satırları yazarken sildim adresi hafızamdan. Bir daha anmayacağım, yerini de dilimi sökseler söylemeyeceğim. Meyhanenin adı “Adı Bende Saklı” olsun. Sahibi çok güzel bir kadın, yaşı da yaşımıza yakın. KHK ile işinden uzaklaştırılan bir akademisyen, belki de idarecidir ya da belli mi olur bir memurdur. Ben adını, adresini vermediğim meyhanenin tabii ki sahibini de ele vermeyeceğim.

Toplamı 6 masalık bir mekan, masaları kar beyaz örtülü. Meze dolabı bildiğimiz meyhanelerden oldukça farklı. Çünkü ticari kaygıyla konmamışlar ocağa, elin lezzeti değmiş. Zeytinyağlılarda sebzeler parlıyor, yoğurdu da sanırım ev yapımı. Patatesler elde doğranmış, taze yağda kızartılmış, ketçaplık değil tam da çocukluğumuzdaki gibi, anneyle karışık huzur veren bir kokusu var, mekana yayılıyor.

Oturuyoruz karşılıklı. Bir yetmişlik derdimiz var ama çapımız yirmiliğe yetiyor. Malum evde çocuklar bekliyor.

Klasik başlar sohbetler, n’aber nasılsın? İşler nasıl?

Gündüzleri tam zamanlı bir işyerinde çalışıyor. Eski eş nafaka vermeyecekmiş artık, canı istememiş. Çocukları görmeye geldiği zaman, yol masrafını da kadından talep eden bir adam zaten, şaşırtmıyor. Tek maaş yetmiyor. Haftada 5 gün, bir gece kulübünde vestiyerlik işi bulmuş. Gece yarısından sabaha karşı dörde kadar. Gururla onu anlatıyor. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Hesabın içinden çıkamıyorum. Diyorum sen kaç saat uyuyorsun bir günde? 3’müş, rakamla 3, yazıyla üç. Nasıl dayanıyorsun peki? “Alışıyor ki bünye zamanla, idare ediyorum şimdilik” diyor.

Çocuklardan konuşuyoruz. Onunkilerden biri uzundur bir hastalıkla mücadele ediyor. Karşımdaki kadın, doçentlerin, profesörlerin “çok umutlanmayın, bir kaç aya elimizden kayabilir” dediği çocuğu onca yıldır yaşatıyor. Oğlan ilk kez bu sene baklava yemiş ve tabii ki bunca yıldır yiyemediğine hayıflanmış, şimdi şekerle arasını yeniden nasıl bozabiliriz onu konuşuyoruz. Şeker, hastalığa hiç iyi gelmiyor. Bu ergen analığı zor şey, çeken biliyor.

Masamıza taze kızarmış patatesleri neşeyle koyuyor gencecik garson kız. Sesi şakıyor gibi, “bak kokla mis gibi” diye önce koklatıp, ortada tabağa yer açıp “haydariye banarsınız, öyle çok güzel oluyor” deyip gidiyor. Neşesi bulaşıcı, saçları Leon filmindeki Matilda gibi. “Bu ne tatlı bir kız çocuğu böyle?” diyorum.

“O hiç iyi değil aslında” diyor. “Bizim arkadaşlar terapisi ile uğraşıyor. Eskiye göre daha iyi ama neşesi bazen insanı korkutuyor.”  

Neden ki? Sesini iyice kısıyor, dudaklarını okuyarak dinliyorum adeta. 49 pisliğin tecavüzünden sağ çıkan bu yavrucağızın hikayesini. Üstelik içlerinden bazıları yakın akrabası. Kadınlar başarıp kaçırıyor yine çocuğu o köyden. Ben soramıyorum mahkemesi ne oldu diye. Çünkü 49 herif birden ceza alsa illa ki duyardık bir yerden.

Bu çocuk daha en fazla 19, kim bilir kaç yaşından beri mağdur. Bazen sessizce masa örtüsüne bakan kadınlar görürseniz meyhanelerde, bilin ki baktıkları yerde bir kuyu vardır aslında. Kırk ton ağırlığımızla duruyoruz öyle kelime sarf edemeden uzun bir süre.

Rakı sofralarının diğer içkili ortamlardan farklı bir yanı var. Uğruna bunca klişe cümle üretilmesi de bundan sanırım. İlla ki oturmak icap ediyor rakı içerken. Seremonisi uzun, yan ürünü fazla. İki kadehli mesela, ayaktayken elde tutmaya bile müsait değil. Oturunca da işte, insanın omuzundan bastırıveriyor dertler, rakı da dilin kilidini kolay çözer. Konuştukça, çözülemese de dillendirilebildiği için sorunlar biraz hafifler.

Kendimize de sekiyor illa ki dert okları.

Ben, eşinden uzun yıllardır ayrı olduğunu biliyordum. Eski eşin baba olarak pek vasıflı olmadığını da. Ama sonradan kalbini birine kaptırdığını, o adamın da ciğerini söktüğünü bilmiyordum.

Yıllardır sistematik işkenceden ve tehditlerden kurtulamadığını. Gece, çocuklarının yanında evini bastığını, ormanlık alanda üstünü başını parçalayıp öylece bıraktığını, ağzından kan gelirken, bedeni yara içinde, çamaşırları parçalanmış halde resimlerini çekip tehdit ettiğini, şiddetten defalarca bilincini yitirdiğini bilmiyordum. O, lazere gidiyorum dediğinde ben güzellik için sanıyordum, göğsündeki sigara yanığı izlerini sildirmek için olduğunu tahmin edemezdim. Yıllardır aynada kendi bedenine, o izler yüzünden bakamadığını aklıma getiremezdim.

Hayatta aynı safta durduğunu düşündüğü, dilinden güzel sözler dinlediği adam yapıyor bunları. Açıp gösteriyor bana adamın sosyal medyada yazdıklarını. Kadına şiddeti kınamış, eşitlik ve adaletten bahsetmiş. Şiirler, sloganlar paylaşmış kadınlara dair. Riyakarlığın kitabını yazmış. Kanlı elleriyle gidip kadınları öven şiirler yazmış, ne haddine?

Oracıkta bir taş gibi oturup dinliyorum. Adama nasıl hiçbir şey olmadığını, hiçbir şeyin onu durduramadığını dinliyorum. Şantaja boyun eğmemek adına, işkence görmüş halinin fotoğraflarını kendi eliyle dağıtıp yardım istediğini. İnsanların, kan revan içinde bir kadın fotoğrafında çıplaklığı önemsemeyeceklerini zannettiğini anlatıyor. Bildiğim tüm kapıları sayıyorum, hepsi denenmiş, aklıma gelen her fikri yatırıyorum masaya, hepsi çoktan işlenmiş. Hiçbir şey değişmemiş. Bazı adamlara nasıl oluyorsa, dokunulamıyor. “Çocuklarının, senin bir gün hem de herhangi bir gün öldürülebileceğini bilmesi kadar zor bir şey yok” deyişini sindirmeye çalışıyorum.

Ben şimdi yazarken dinlediğimin ağırlığı ile yazıyorum. O anlatırken, bununla mücadele eden güçlü bir kadın olarak anlatıyor. “Yine ölmedim, o gün de ölmedim” diye bitiriyor anılarını. Başına gelen her şeyin delillerini gizlemiş onlarca yere. Bir gün ölürse, faili bir kez daha ifşa olabilsin diye.

Yine de öyle balyozla yıkılmış gibi değil masamız. Arada gülüyoruz bile inanmazsınız. Bu konunun üzerine günlerce sabahlamak isterdik ama erken kalkılacak, çocuklara kahvaltı hazırlanacak. Orada olduğu görülmesin, bilinmesin diye, başlarımızı eğip önümüze, hızla seyirtiyoruz ilk taksiye. Varınca mutlaka haber et telkinleriyle. El sallıyorum, gidiyor.

Ben yürüyeyim diyorum biraz. Nefesim kesilmiş, açılırım hem. Ayağımdaki çizmelerin tabanı lastikten. Yine de dövüyor Arnavut kaldırımı. Hıncımı yamuk ve ıslak taşlardan alır gibi atıyorum adımlarımı. Hava soğuk, içimde yangın var. Boğazımı sıkıyor kabanın yünlü yakası. Birden “Bakar mısınız?” diye bir ses duyuyorum. Reflekstendir, bakıyorum. Adamın biri diyor ki “Eve yalnız gitmek için geç bir saat değil mi hanımefendi?”

Öfkem zaten burun deliklerimin üzerine kadar gelmiş. Yokluyorum bir kendimi. Ben bu adamla baş edebilir miyim ki? Bir elimde şemsiye var, ucundaki metalin baş kısmı kırık, tehlikeli sayılabilir. Yumruklarımı sıkıp kendimi deniyorum, bakıyorum zaten avucumda tırnak izleri. Nicedir sıkıyorum demek ki. Kolumdaki kası hissetmeye çalışıyorum. Kendimi kurtarabilir miyim? Deliye dönmüşüm aslında dinlediklerimden. Gözlerime de vurmuştur öfkemin ateşi. Hepsini milisaniyede düşünüyorum. Bir sigara olsa elimde, tehlike anında yapıştırırdım yanan ucunu, alnının orta yerine. Sakince sigara çıkarıyorum cebimden, yakıyorum. “Evet” diyorum: “Eve yalnız dönmek için geç saatler, ne cesaret tek başına çıktın sokağa genç adam?”

Nasıl yani? diyor. Anlamadı, gülüyor. “Yani diyorum, tehlikeli kadınlarla doludur şimdi sokaklar, neyine güvenip bu saate kalıyorsun? Gel senin bir ifadeni alayım.”

“Amirim pardon” diyor. “Ne amiri lan?” diyorum. Sanırım dişlerimi sıktığımdan tıslayarak çıkıyor sesim. Alnımda bir damarın atıyor olması da muhtemel, orada bir kıpırtı hissediyor gibiyim. Adamın yüzündeki ifadeden deli gibi göründüğümü tahmin edebilirim. “Müdürüm yanlış anladınız?” diyor. Yani sanki bir kadın emniyette amir ya da müdür değilse böyle konuşamıyor?

“Yanlış anladın denmez, ben anlatamadım denir” diyorum. Şemsiyenin sapını iyice kavrıyorum. Sigaradan derin bir nefes çekip ucunu alevlendiriyorum. Adama doğru büyük bir adım atıyorum ki yokuş yukarı koşmaya başlıyor geri zekalı. Halbuki ters tarafa koşsa bayır aşağı hızla kaçabilecek. İşte buncacık akılla, sırf fiziksel olarak güçlü diye nasıl dikilebiliyor karşımıza diyorum kendi kendime. Ufak bir ıslıkla sevdiğim bir türküyü çalarak uzun bir yürüyüşle giriyorum evime.

Uyumuyorum. Uyunmuyor. Kafamda yankılanıyor bana anlattığı “Ayıldığımda bana -bak sana neler edebiliyordum gördün değil mi?- dedi” sözleri. Bize kimse bir şey edememeliydi. Gün ağarırken bir mesaj geliyor telefonuma arkadaşımdan. “Eve vardım” yazdıktan tam 5 saat sonra. “Kendi ağrılarımı sana yükledim istemeden, sağolasın, kusura bakma” diyor.

Onca hoyratlıkla bilenmiş bir kadın, bunca incelikle yaşıyor hayatı: kimseye yük olmama kaygısıyla. Oysa ben yüksünmeden taşırım, bunca zaman yüklemediği kabahat, kusura bakma ne demek? Kadın, kadının yuvasıdır.

Ben diyorum bunun öyküsünü yazayım. Olduğu gibi tüm detayı ile yazamam gerçekleri, ucunda ölüm tehdidi. Öykü yapabilirim ancak ben bunu. Okur, bilemesin ne kadarı kurgu, neresi gerçek. Belki kızın saçları Leon’daki Matilda gibi değildi de beline kadar saç örgüsü ve kapkaraydı, belki de masa örtüsü beyaz değil turkuvazdı. Belki bana da söylemişti başına bir şey gelirse ne yapmam gerektiğini belki de hiçbir şeyin ispatını, adaletin hiçbir mecrası kabul etmediğinden, adalet aramaktan vazgeçmişti. Ama gerçek ile kurgu arasındaki fark, söz konusu bir kadının hayatıysa, ancak nüanstı.

Bazen sırtınızdaki ağırlığı atmak için konuşmak, bağırmak bazen de yazmak gerekir.

Belki de işbu sebep, okura yalan söyleyip, öykü deyip geçmişimdir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...