18 Kasım 2018 00:30

Bir kitap nelere kadir?

Bir kitap nelere kadir?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Pazardan pazara yazmanın en zor yanı, haftanın onlarca gündeminden hangisini seçeceğine karar verememek.

Susmak zorunda kalmış gibi hissetmekle, içinde varsa sayfaya döküp çok karıştırmaktan korkmak arasında sıkışıyor insan.

Bu hafta çok düşündüm bu satırları. Normalde konular arasında seçim yapamazken bu hafta bulamadım ana mevzumu.

Sonra Falih Rıfkı Atay'ın pazar yazılarını topladığı kitabına bir bakayım dedim.

1941-50 yılları arasında çeşitli gazetelerde yayımlanan köşe yazılarını derlediği kitabı “Pazar Konuşmaları” ismini taşıyor.

Atay’a gelen eleştirilerin başında da zaten kitap isimlerindeki yaratıcılıktan uzak, özensiz seçimleri var. 

Bazı söylemleri, anestezisiz kanal tedavisi gibi sinirleri hoplatsa da akışıyla her bir bölüm insanı içine çekiveriyor. 

Mesela Bolşevikleri tartışıp Rusların eğitim sistemine iltifata, oradan köy enstitülerinin taşıdığı anlama geçtiği yazısı Thermesus ve Phaselis ile başlıyor.

Neyi okuduğumu, neyi tartıştığımı unutmuşken, yazının sonunu, ilk paragrafına öyle bir bağlıyor ki ağzım açık kalıyor.

Bir feyz, bir ilham ararken kendimi kitaba kaptırdım.

Bir yazının, bir sözün ne kadar dağılıp ne şekil toparlanabileceğini düşünürken aklımdan binlerce konu akmaya başladı. İşte o an, bu hafta neden konu bulmakta zorlandığımı anladım. Çünkü tam 7 gündür kitap okuyamamıştım.

Bu hafta sosyal medyanın her mecrasında gezinen bir video vardı. Arkada inekler serbestçe dolaşırken, ahşap bir sedir üzerinde, şalvarı ve yemenisiyle, bir köy kadını okuduğu kitapları anlatıyordu: “Suç ve Ceza'yı okudum ilk, çok ünlüymüş meğer. Şu sıralar Amin Maalouf okuyorum, Afrikalı Leo. Albert Camus’tan Veba’yı okudum. Değişik bir kitap. Başa dönüp dönüp okudum, zorlayıcıydı. Bir Çift Yürek'ten, Aborjinlerin yaşamlarından, mücadelelerinden etkilendim. Mesela Jack London'ın Martin Eden’inde de bir mücadele vardı. Orada kendimi gördüm, birkaç kere okudum...”

Ne kadar mutluluk verici, gözleri dolduran bir video? Oysa dünyanın en normal, en olması gereken şeyi. Köylülüğün konumunda, milletin efendisi söyleminden yol yordam bilmez anlamında “köylü” lakabına gerilemişiz. Rusya Gezisi notlarında Falih Rıfkı “İhtilalciler, davalarını tutturmak için kökte halka ve gençliğe, yukarıda üniversiteye, laboratuvar ve akademiye, teknik ve güzel sanatlara bel bağladılar. Büyük Petro'dan beri Rusya hiçbir zaman son yirmi yıldaki kudret halini görmemiştir. Bilhassa bu asra göre o kadar aykırı bir rejim iken hiçbir ideoloji bu kadar geniş yığınlara mal olmamıştır. Harblerde Ortodoks haçı şimdi kızıl yıldız uğruna dövüşenler kadar fedai bulmamıştır.” tespitiyle Rusların, bu Yığın Eğitimi'nden feyz alarak “Ne yaparsak halka ve halk ile üniversitede, laboratuvar ve ilim tesislerinde, güzel sanatlar akademisinde akıl ve zevk terbiyesi gören nesillerle yapacağız. Köy Enstitüleri, bu cemiyeti kökten bir kavrayıştır” diyor.

O dönemden fotoğraflara baktığınızda, Trabzon Beşikdüzü Köy Enstitüsü Orkestrası yaylıların çokluğu, Hasanoğlan Köy Enstitüsü Çehov oynarken köy meydanını dolduran kalabalık; insanın boğazına bir yumru, gözlerine yaş oluyor.

Oysa sanat, spor ve edebiyat insanın temel ihtiyaçlarından, insanı insan kılan farklardan. Aramızdaki kutuplaşmanın erimesini de büyük resimlere mercek tutabilmeyi de gelmekte olan fırtınayı sezmeyi de ılıman bir iklim yaratmayı da, çıkışı bulmayı da sağlayacak olan en temel şey okumak.

Biz bugün, yığın eğitimi anlayışının tam tersini, Cemil Meriç'in Türkçeleştirmesi ile “Bilmesinlercilik” olarak geçen “Obskürantizm”i yaşıyoruz. Manzarası güzel üniversite aniden boşaltılıp çalışma ofisine dönüştürülebiliyor, rektör atamalarında üniversitenin söz hakkı olmuyor, özel okullar aile şirketi gibi dayı-yeğen-görümce işletiliyor.

Dünyada ilk 500 üniversite sıralamasına yine giremedik.

Halka, halk için, tabandan akademiye bir eğitim modelinden çıktık, akademilerin içinin boşaltılarak aşağıya kadar cahilleştirildiği fena halde ticari bir dönemdeyiz.

Üstten inen şakşakçılık da bunun bir tezahürü. Bir strateji ürünü.

Gün geçmiyor ki, şarkısı dilimize pelesenk bir müzisyeni, repliği ezberimizden çıkmayan bir oyuncuyu, bir zaman yüz binlerce okunan bir yazarı, nasıl olduğunu anlayamadığımız şekilde “işler yolunda, biz kendi yolumuza bakalım” beyanlarında görmeyelim.

Bu düzen bir bir kendileştiriyor bizden sanıp sevdiklerimizi.

Biz de oturup en son ne zaman, ne okuduğumuzu düşünmeden alkışlıyoruz roman okuyan bir köylü kadınını. En son ne zaman ufkunu açmayı başardık birilerinin? Sabrımız, karşıdakini ikna edene kadar medeniyet anlatmaya müsait mi? Pes edip biz de aslında yolumuza bakıyoruz da birisi bunu ana akımda söyleyince mi ağır buluyoruz?

Okuyup, üretiyor muyuz hakikaten? Her şeye rağmen, bizden sonrası tufan demeden, eldeki imkanlarla, mükemmeliyetçilik derdine düşmeden, en azından yok olmayalım diye yapabilir miyiz hâlâ bir şeyler?

Doların artışı ile yaşanan bir kağıt krizi var. Tüm matbaalar bağırıyor: “Bunlar daha iyi günlerimiz, beter olacak her şey.” Her hafta bir dergi ve/veya gazete daha son veriyor yayın hayatına. Genç bir yazarın ilk kitap hayali artık yıldızlara daha yakın. Bir editör onaylayacağı kitabın sayfa kalınlığını ve renkli olup olmayacağını düşünmek zorunda kalıyorsa yangın yakın.

Peki ne yapacağız? 

Alternatifini bulacağız. Yaratıcı olacağız, çağı yakalayacağız.

Belki tersten gideceğiz. İnternette üretip sonra kağıda, sinema salonuna gireceğiz.

Üretimi gelire dönüştürmenin yeni modellerini bulacağız. Ne ana akıma ne de zincir dağıtımcıya mecbur kalmadan kendi üretimimizi sunabileceğimiz, dilediğimiz içeriğe ulaşabileceğimiz mecralar yaratacağız. Yaratmalıyız.

Kültür Bakanlığı kültür işinden çekildi gibi. Ben senarist olsam, bu günleri anlatan az mekanlı, bütçesi eş dost işiyle toparlanır bir film yazardım. Ben yönetmen olsam, ertelemezdim, telefonla olsa çekerdim bazı bazı.

Oldboy ve Thirst gibi çok konuşulan ve unutulmazlar arasında yerini alan filmlerin Güney Koreli Yönetmeni Chan Wook sadece iphone 4 kullanarak Night Fishing’i çekeli 7 sene oldu. Filmi 80 kişi ile 10 günde çekti. En son Amerikalı yönetmen Steven Soderbergh, Unsane filmini tamamen iphone 7 ile çekti ve tanıtım için bu özelliğin altını çizmeye gerek dahi görmedi. Bu günleri biri kayda almazsa ne çektiğimizi torunlarımız nasıl bilecek ki?

Ben karikatür çizebiliyor olsam, dergim de kapansa, köşem de yasaklansa insanların yolu üzerindeki her müsait noktaya, gülümsetecek bir iz bırakabilmek için, cebimde suya dayanıklı kalemle gezerdim.

2. Dünya Savaşı’nda rögarlardan fırlayıp 2 dakikada ajit-prop tiyatro yapan “Kızıl Fareler” ekibi gibi, insanların moralini yüksek tutabilmek vazifelerin en mühimlerinden.

Ben şarkı söyleyebiliyor olsam, beklemem artık keşfedilmeyi. Koyarım internete sansürsüz haliyle parçalarımı. Sesini sevdik biz insanların, şarkılarının sözlerini. Müziğini birilerine ulaştırmakla yolda tanınmak bambaşka amaçlar değil mi?

Yaşıtlarımın hatırlayacağı gibi, her köyde, kasabada yetişenin bile açık hava sineması anısı vardı bir zamanlar. Ben bu yaz, denize değil de köye giderim belki. Bir valiz dolusu kitap alırım yanıma, bir de barkovizyon ve perde belki. Benim köy, unuttu  sinema perdesiyle kitabın tadını sanki.

İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında, ekmek karneyle dağıtılırken, okurlarına Sokrates ve Shakespeare alıntılarıyla gündem anlatmaya devam eden bir yazarın pazar yazılarından feyz aldım.

Ben çocuklarıma “Çok zor zamanlardı ve başımızı yastığa gömmüştük” demek istemiyorum.

Ekmek karneyle dağıtıldığında dahi, şehrin üzerindeki sonbahar renklerinin fotoğrafını çekmek istemeyecek kadar kararmayı reddediyorum.

Kalkın bir şeyler yapalım, eksiliyorsa ömrümüzden sevdiğimiz sesler ve repliklerin sahipleri, yeni sesler ve replikler yaratalım.

Anna Frank, 13 yaşında o günlüğü tutmasaydı, o dehşet dönemi anılarında büyük bir gedik olacaktı.

Bu pazar, okumaya ya da iyi bir plan yapmaya ne dersiniz?

Üretken pazarlar dilerim.

Not: Sosyal medyada başlayan #KitapChallenge yorumsuz kitap kapaklarını paylaşıp bir arkadaşımızı da buna davet ederek yapılıyor ve bu sıralar oldukça umut veriyor.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...