04 Şubat 2018 00:15

Adolphe, Adolf ve öznesi olamadığımız sohbetler üzerine

Adolphe, Adolf ve öznesi olamadığımız sohbetler üzerine

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Sanat öyle bir şey ki, toplumda refah ve huzur varsa bir türlü, baskı ve dram varsa başka türlü büyüyor. 

Yukarı çıkarken bir basamak oluyor, dibe inerken ise bataklığa uzanan kurtarıcı bir dal.

Baskıcı rejimler tiyatroyu, edebiyatı, müziği, sinemayı, çizgiyi yasakladıkça, bu kollar duvarda bir delik bulup oradan yine sürüyor. 

Geçen hafta Barış Atay’ın Diktatör oyununun yasaklanması, hatta Barış Atay’ın bizzat yasaklanması üzerine tüm ülkede tiyatrocular oyunu sosyal medya üzerinde okudular.

Tarihe geçecek bir eylem şekliydi. Bir yasağa verilebilecek en anlamlı yanıttı.

DTCF’nin ihraç edilen hocalarından Elif Çongur’un konu ile ilgili yazdığı tweet ise bir akademisyenin ders vermesine ket vurulamayacağını doğrular nitelikteydi:

“Ortaçağ’da bastırılması gereken heyecanları uyardığı, ahlaka ve inançlara aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanan tiyatro, önce kiliseden avluya sonra avludan sokaklara ve kentlere taşmıştır. Tiyatro böyle bir şeydir. İki kalas bir hevesle baş edilemez.”

İki cümle ile tiyatronun tarihini açıklamak ancak işin üstadının yapabileceği bir iştir.

Tiyatro zaten böyle ahvallerde muktediri mutlu etmek değil, vaziyeti gözler önüne sermek vazifesini üstlenir.

2. Dünya Savaşı esnasında kanalizasyonda saklanıp, rögar kapaklarından caddeye fırlayarak 1-2 dakikalık ajit-prop tiyatro gösterisi sunan Kızıl Fareler’in toplumun moral ve motivasyonuna katkısı o dönem için yadsınamaz.

Kendi tarihimize bakmak isteyenler de bu toprakların sahne sanatlarının ilklerinden sayılabilecek Karagöz ve Hacivat’ı inceleyebilir. Okumaya meyilli değilseniz, senaryosunu Levent Kazak’ın yazdığı, yönetmenliğini Ezel Akay’ın yaptığı Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? filmini izleyebilirsiniz. Filmde atalarımızın Şamanizm’den nasıl bir gecede İslamiyet’e geçtiğine dair ufak ipuçları da bulacaksınız.

İktidarlar değişir, rejimler değişir, liderler değişir. Toplumlar geçmişi ile yüzleşir, suçları ile barışır, geriye kalanlar o dönemde yazılan, çizilen, resmedilen, oynanan ve anlatılanlardır.

Bazen bu süreç bir ömre sığar, bazen ömürlerce sürer.

2. Dünya Savaşı’ndan 70 sene sonra “Er ist wieder da” adında bir film çekti Alman yönetmen David Wnendt.

“O geri döndü” diye bahsettiği Hitler’di.  1 saat 56 dakikalık bir Hitler hicvi çekilebilmesi için soykırımın üzerinden 70 yıl geçmesi gerekti.

Filmde Wnendt “Ya Hitler geri dönseydi?” sorusundan yola çıkıyor. İntiharından sonra 2015’in Berlin’inde uyanan Hitler, durumu ve bulunduğu yılı kavrayana kadar acınacak hale, bir komedi unsuruna dönüşüyor. Burada seyirciyi yakalayan ve güldürerek yumuşatan yönetmen sonrasında Alman halkının da çok güldüğü bu yarı meczup sanılan adamın, yeniden aynı popülariteye kavuşmasını, aynı desteği 70 sene öncekine benzer metotları ile almasını bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze. Aynı oltaya yeniden gelecek kadar uçtasınız uyarısını yapıyor sertçe. Güldürürken dövüyor. Ama öte yandan bu filmi yapabilmek için işte böyle 70 yıl beklemek gerekiyor.

Adolf’a dair sayısız film çekildi. (Bu arada Adolf Hitler’den bahsederken, sadece ön adı ile dümdüz bir Adolf yazmaktan inanılmaz bir keyif alıyorum. Siz de okurken düz bir Adolf okumaktan aynı rahatlığı duyarsınız umarım.)

Bu filmlerin pek azında komedi unsuru yer alır. Bunlar da genelde son dönemlere aittir.

Bir diğeri mesela aile ilişkilerinden bahsetmek isterken bunu Adolf üzerinden başlatan bir Fransız filmi. “Le Prenom”

Bir salonda, bir akademisyen, bir modacı, bir öğretmen, bir müzisyen ve bir emlakçı geçmiş 30 seneleri ile hesaplaşıyorlar. Tartışmanın fitilini ateşleyen, emlakçının oğluna Adolphe adını koymak istemesi.

Bir çocuğa bunu yapamazsın, bir ömrü Adolf adı ile geçirip, bununla mücadele etmesini bekleyemezsin. Yazılışı farklı olsa ne yazar? Telaffuzu aynı. En yakınındaki bizler bile çocuğa adıyla hitap edemeyiz. Bu isimle bir çocuğu kucağımıza alıp sevemeyiz, diyorlar.

Oysa baba adayı diyor ki “Adolf değil Adolphe koyacağım. Karımla tanışmama ve aşık olmama vesile olan, Benjamin Constant’ın eseri Adolphe’den esinlenerek. Benim Adolphe’m Fransız edebiyatının başyapıtlarından biridir. 
Yazıldığı tarih de Hitler’den öncedir.”

Tartışma sertleşince ve faşist damgası yiyince fikir değiştirir ve der ki: Adolf koyacağım direkt. Bitsin bu isme atfedilen korkunç imge. Benim Adolf’um dünyanın tarihini değiştirecek. Hitler’in adını Adolf’lardan silip onları özgürleştirecek.

Konu çok heyecanlı değil mi? İnsanın o salonda olmak, Fas mutfağını tadıp, iyi bir şarabı yudumlarken bu tartışmada kendi görüşünü dile getirmek için içi kaynıyor.

Ben son tezi çılgınca ama haklı bulmuştum. Adolphe’nin özgürlüğü için belki de onu yenecek tamamen zıt görüşte yeni Adolf’lar girmeliydi sahneye.

Film beni tüm iyi tek mekan filmleri gibi uzun uzun düşünmeye sevk etti.

Açılış sahnesi, bir daha muhatap olmayacağımız bir pizzacının rotası ile başlamıştı. Yönetmen pizzacının geçtiği sokaklara ismini veren La Bruyère’nin de, hemen sonra döneceği sokağa adını veren Lamartine’nin de kaderin bir cilvesi olarak beyin kanaması geçirdiğini, büyük acılar çektiğini, yokluk içinde sokaklarda öldüğünü, sıradaki Hippolyte Lebas sokağının ise adını idam mahkumlarının idamdan önce kapatıldıkları Petit Roquette cezaevinin mimarından aldığını, Bertholon sokağının adını ise fizik deneyi yaparken canından olan bir fizikçiye borçlu olduğunu anlatıyor.

Bunca bilgiyi bağladığı yer ise muazzam. Pizza kuryesi Jean Jacques bunları biliyor olsaydı belki de günü karamsarlaşırdı. Ve teslimatı yapacağı eve giderken başına neler geleceği ile ilgili görüşleri değişirdi.

Burada bir arafta kaldım. Jean rahattı, her gün geçtiği sokakların ne adını sorgulamıştı ne de tarihçesini. Çekilen acı ve zulümlerden haberi yoktu. Huzurla pizza götürüyordu. Oysa biz her şeyi tahmin eden izleyiciler, yönetmenin anlatımından pizzacının ulaşacağı evde bir tartışma yaşanacağını öngörebiliyorduk.

Ve ben Avrupa’nın dibinde ama gerçek bir Ortadoğulu yaşamın ortasında, Almanların liderinin adı üzerine tartışan Fransızları izlerken, ne kadar uzun zamandır bu kadar kaliteli tartışmalar yaşayamadığımı düşünüyordum. Dostlarla bir araya geldiğimizde gündem asla kimliklerimize, hayallerimize, geçmişimize gelemiyordu. Fikirlerimiz hep aynı konular etrafında dönüyordu.

Benim soframda hep istemediğim bir misafir, gıyabındaki teoriler, çıkarımlarla, endişelerle, cismi değil ismiyle bitiveriyordu. Ne ben ne de bir dostum, bir sohbetin öznesi olamıyorduk yıllardır.

Biz coğrafya öğreniyorduk habire, etnik kökenlere çalışıyorduk adeta, büyük resmi görmek için kıstığımız gözlerimiz değil, yaşama bakışımız kör olmak üzereydi.

Oysa geçtiğimiz sokakların anlamını biliyorduk. Ama bizim bunun üzerine bir hikaye kurgulayacak kadar özgür kalamıyordu aklımız.

Güzel bir şarap açtım filmden sonra. Adolphe’yi okumaya başladım. Yüzyıl öncesinin aşkı iyi geldi ilaç niyetine. Bugün size filmi anlattım. Öznesi Adolphe olan bir masa kuracağım en kısa zamanda eş dostla.

Bu tarihin hicvini yapacağımız zamanları birlikte görebilmek dileği, Adolphe’nin Adolf’tan önce geldiği bir dünya hayaliyle,
Pazarınız özgür, öznel, özel olsun.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...