Oysa o gün bayrammış
Troya savaşına katılan kral Odisseus, yirmi yıl sonra bir dilenci kılığında sarayına dönebildi. Sarayı, sözde dul kalan karısı kraliçe Penelopeya’yla evlenmek isteyen soyguncu damat adayı egemenlerle doluydu...
Yıllardır damat adaylarını oyalayan Penelopeya, çok sıkıştırıldığı için sonunda onlar arasında bir “ok atma” yarışı düzenledi: Artık yarışı kazananla evlenecekti...
Yarışmanın yapılacağı gün, avluda yiyip içerekten arsızca eğlenen soylu damat adayları, biraz ötedeki dilenci kılığındaki kral Odisseus’u da arada izliyorlardı. Onun gerçek kral Odisseus olduğunu yalnızca oğlu, yeni yetme Telemahos biliyordu...
ONUN KOCASI OLDUĞUNU BİLMİYORDU...
Kraliçe Penelopeya ise, bu yaşlı amcayı bir dilenci olarak tanıyordu tanımasına, ama bir gün önceki baş başa yaptıkları sohbetten sonra, ona karşı sözlere dökemeyeceği yakınlık ve sevecenlikle yüklü esintiler çalkalanmaya başlamıştı yüreğinde... Hani bir an kraliçelik durumunu unutuverse, onun kollarına atılıp yirmi yıldır kocası Odisseus’un yokluğunda çektiği acıları; ülkesini ve sarayını saran o arsız sömürücülerden çektiklerini, onların zevk aygıtı olmamak için gösterdiği direnci, gözyaşları dökerekten uzun uzun anlatacaktı...
Kendisini evliliğe zorlayan o egemenleri; bir kraliçe olmasına karşın, gündüz dokuduğu kumaşı geceleyin sökerekten, yıllarca nasıl oyaladığından sözedecekti...
YAYI GEREMEDİ!
İşte sarayın avlusunda düzenlenen ok atma yarışmasının ilk adayı Eupeytos, yayı germeye çalıştı bütün gücüyle. Kan ter içinde kaldı, ama beceremeyince de, öfkeyle yayı fırlatıp attı! Bunun üzerine damat adaylarının en arsızı Antinoos; durumu kurtarmak için, o gün okçu tanrı Apollon’un özel bayramı olduğu gerekçesiyle, yarışmayı başka bir güne erteletti!
Avlu kapısının yanından olup bitenleri izleyen dilenci amca kimliğindeki kral Odisseus, büyük bir sevinç içindeydi: Çünkü yirmi yıl önce bir dostunun armağan ettiği ve hiçbir şekilde savaş amaçlı olarak kullanmadığı bu yayı, kimsenin kuramayacağını biliyordu. Bu düşüncelerle yayın bulunduğu masaya doğru gidip;
“Kraliçenin çok soylu talipleri, lütfen biraz beni dinler misiniz?” diye söze başladı: “İçimden neler geçiyor, onu size kısaca aktarmak istiyorum. Özellikle de tanrılara denk Antinoos’a, yayı kurmayı deneyip kuramayan Eurimahos’a söylüyorum. Gerçekten de bu ok atma yarışını yarına ertelemekle çok iyi ettiler. Çünkü bugün okçu tanrı Apollon’un özel bayramı olduğu unutulmuş. Artık ona kurbanlar sunup gönlünü edersiniz; o da size yayı kurmakta yardımcı olur... Ama ben derim ki, aradan nice yıllar geçti, elime daha ok-yay cinsinden bir şey almadım. Yoksulluk yüzünden, ülkeden ülkeye dolaşırken nerdeyse kaslarım kurudu, kuruyacak!.. O yüzden izin verin, bir de ben deneyeyim şu yayı...
Bu sözler bir kaynar kazandaki su gibi döküldü taliplerin üstüne! Kudurmuşçasına hep bir ağızdan küfürler yağdırmaya başladılar. Birden ayağa fırlayan damat adayı arsız Antinoos, açtı ağzını, yumdu gözünü:
AĞIR KÜFÜRLER SAVURDU DİLENCİYE...
“Ey dilencilerin en miskini, en pervasızı, diye başladı verip veriştirmeye. Daha adını bile bilmiyoruz senin! Neyse, zaten tanrıların bizlere kölelik etsin diye yarattığı sizlerin adı bile olmaz ya! Kısaca köle denir, uşak denir... Ama sen nasılsa aramıza girebildin! Bizleri dinliyor, bizlerin yediklerinden içtiklerinden otlanıyorsun... Doğrusu köle sürülerinden hiç kimseye böyle ayrıcalıklar tanınmamıştır! Üstelik bizden gizli hortumladığın şarap, senin kafana vurmuş olmalı... O yüzden yaşadığın o ahırı unutup kendini bizim sınıftan sanmaya başladın! Oysa senin gibilerin yapacağı tek şey vardır: Bizleri dinlemek! Tamam mı? Ama sen kalkıp bizimle aynı soydanmışsın gibi bu yayı kurmak istiyorsun... Bak, dilenci parçası, şu anda yayı gerdin diyelim... Ama ondan sonra başına neler geleceğini biliyor musun? Hadi, tanrıları ve bizleri daha da öfkelendirmeden defol git burdan!
KRALİÇE DE DİLENCİYİ SAVUNDU
Bu sözleri öfkeyle sahanlıktaki koltuğunda dinleyen kraliçe Penelopeya, birden yerinden fırladı: “Sen neler söylüyorsun konuğumuza, Antinoos” diye gürledi: “O bizim, daha doğrusu oğlum Telemahos’un konuğudur. O da, kimliği ne olursa olsun, burada herkes gibi ağırlanır... Sizlere gelince... Çoğunuz başka ülkelerden geldiğiniz için bilmiyorsunuz: Bizim ülkemizde ve oturduğumuz bu konakta kocam kral Odisseus, insanları doğumlarına göre sınıflandırmadı hiç! Böyle bir şey de olamaz zaten! Benim kocam bu ülkenin halkları gibi tarımla, hayvancılıkla da uğraşırdı... Bütün insanların rahat yaşayabilecekleri kadar hem topraktan, hem havadan hakları olduğunu söylerdi... Ve bu ilkeyle yönetirdi halkımızı... Sonra şunu da söyleyeyim: Bizim ülkemizde dilenci diye bir şey yoktur. Böyle bir şey düşünülemez bile! Penelopeya bunları söylerken, avludaki oğlu Telemahos, ona susması için eliyle durmadan işaretler gönderiyordu...
O anda Baştanrı Zeus’un Olimpos’tan saldığı bir kartal; bir alçalıp bir yükselerekten ve arada çığlıklar ataraktan, damat adaylarının üstünde fırfır dönmeye başladı...
***
Akdeniz’in sevgisi ve sıcaklığıyla hep birlikte olalım, diyoruz bu hafta da...
***
AVARE BULUT
Ta uzaklardan Frankfurt’a gelince,
Tutup omuzuma kondu,
Bir tutam mavi bulut:
Akdeniz kokuyordu.
Bulutun avaresiydi o;
Konuşuyordu habire,
Ta uzaklardaki ülkemin,
O hasret ateşiyle...
“Akdenizli bulutum ben” dedi,
Hep dolaşıyorum böyle.”
Birden sustusonra...
Bir şey daha söyleyecekti sanırım,
Yaramaz bulut.
Açtı hemen kanatlarını,
Daldı Frankfurt sokaklarına...
(Yaşar ATAN)
Evrensel'i Takip Et