24 Mayıs 2015

Savaş nedir bilmeyen bir halk

Troya savaşlarından yirmi yıl sonra ülkesine dönebilen kral Odisseus, başından geçenleri zaman zaman anlatıyordu karısı kraliçe Penelopeya’ya. Gene bir gece savaşlardan söz ederken aklına yamyam Polifemos geldi birden. Onu anlatmaya çalıştı kraliçeye kendince. Biraz da gülümseyerekten...
Dillere destan olduğu gibi eski çağda, karalar ve denizler tanrısı Poseydon’un canavarlara dönüştürdüğü bütün çocukları; denizlerin gizemlerini çözmeye kalkanları çiğ çiğ yemek için, Akdeniz’in belli limanlarında sürekli nöbet tutuyorlardı...
İşte Odisseus da; ülkesine dönerken mola verdiği bir sahilde, on kürekçisiyle birlikte tanrı Poseydon’un Tepegöz denen oğullarından Polifemos’un mağarasına girdi. Alnında tek gözü bulunan Polifemos da, Odisseus’un kürekçilerinden üçünü, akşam yemeğine dönüştürüverdi hemen!

ODİSSEUS’UN BÜTÜN GEMİLERİNİ BATIRDI POSEYDON

Ama hep aklını kullanan Odisseus, bir yolunu bulup Polifemos’un alnının ortasındaki tek gözünü, o gece bir sopayla kör etti!.. Ve sağ kalan yoldaşlarıyla mağaradan kaçıp kurtuldu! Bu olaya çok öfkelenen tanrı Poseydon, Odisseus’un başına yıkım üstüne yıkımlar yağdırmaya başladı...
Son olarak Fayakların adasına yaklaştığında savurduğu dalgalarla üç gün üç gece boğuşturdu Odisseus’u. Neyse ki tanrıça Atena’nın yardımıyla, Fayakların dillere destan adasına, tek başına ve çırılçıplak ulaşabildi... Adanın toprağını taşını üst üste öptü... Ne güzel şeydi toprakla yeniden buluşmak! Az ötedeki bir zeytin ağacının yanına gitti hemen. Yaygın dalların gölgesine uzandı; yerlere dökülüp yığılmış yapraklarla üstünü iyice örttü... Kral Odisseus, bir zamanlar sarayındaki tahtında bile kendini buncasına mutlu bulmamıştı hiç! Çok geçmeden ağır bir uyku döküldü kanlanmış, bitkin gözlerine..

SAVAŞ NEDİR BİLMEYENLERİN ÜLKESİYDİ BURASI...

Fayaklar denen mutlu bir halk yaşıyordu bu adada. Ve bu halk, iyi yürekli kralları Alkinoos’u çok seviyordu. Zaten yalnızca kral Alkinoos değil; karısı Arete ve kızı Nusikaa’nın da iyilikten, hakseverlikten yana bir eşleri daha yoktu! Üstelik ne savaş vardı bu ülkede, ne de sömürü... Halk, savaşın adını bile yalnızca gezginci ozanlardan, ülkelerine sığınmak için gelen göçmen kahramanlardan duymuştu... Zaten Fayaklar oldum olası hep savaşlardan kaçtılar. Daha önceleri Hipereya denen uzak bir adada, tanrı Poseydon’un yamyam çocuklarının yaşadığı yere yakın bir adada yaşıyorlardı... O yamyamların yağma amaçlı saldırılarından bıkıp usandıkları için, bu adaya göçmen olarak gelip yerleşmişlerdi. Kısa sürede de burayı, yalnızca düşlerde var olabilecek bir ülkeye dönüştürmüşlerdi.

TANRIÇA ATENA DA ARDI SIRA GELDİ...

İşte Odisseus’un yorgun argın bu adaya ulaşmasıyla birlikte, onu çok seven tanrıça Atena da, güzeller güzeli gelinlik çağındaki prenses Nausikaa’nın uyuduğu odaya daldı hemen.  Nausikaa, iki yanında iki yardımcısıyla birlikte uyuyordu. Hemen düşüne girip; “Kız Nausikaa, anan ne de kaygısız doğurmuş seni!” diye çıkıştı. “Evlenme günün çoktan gelip çattı!. Yunağa gidip güzel rubalarını bir yıkasan, giyinip kuşansan ya... Haydi kalk, ben de geleceğim seninle; sana yardım edeceğim... Babana söyle; katır arabasını hazırlatsın. Sen de kullanılmış rubaları yüklersin arabaya; doğruca yunağa gidersin!..”
Nausikaa uyandığında gördüğü düş gözlerinin önüne geldi hemen; içi bir tuhaf oldu... Doğruca anasının yanına gitti. Düşünü anlattı ona... “Bir yabancı konuk gelecek sarayımıza sanırım,” dedi anası kraliçe Arrete... Sonra babası kral Alkinoos’un yanına gitti. O da giyinip hazırlanmış, halkın temsilcileriyle bir toplantıya gidiyordu... Düşünü ona anlatamadı; utandı...
Anası prenses Arete, katır arabasını hazırlattı hemen. Yıkanacak giysiler, yiyecek içecek sepetleri kondu arabaya.

YİĞİT NAUSİKAA, GÜZELLER GÜZELİYDİ...

Nausikaa ve kız arkadaşları ırmağa varınca, oradaki yunaklarda çamaşırları pırıl pırıl yunup güneşe astılar. Kendileri de o masmavi akan ırmakta yıkanıp altın ibrikteki zeytinyağından bol bol sürdüler bedenlerine... Artık hepsi de işlerini bitirmiş olmanın coşkusuyla, ırmak kıyısında karınlarını bir güzel doyurdular... Sonra da gelenekselleştirdikleri top oyununa başladılar. Oyunu yöneten Nausikaa; av izinde koşan bakir tanrıça Artemis gibi, ha bire hoplayıp zıplıyordu...
Bir süre sonra kuruyan çamaşırları dürüp katladılar... Artık tam arabaya yerleşecekleri an Nausikaa; oyun olsun diye,  öylesine havaya fırlatıverdi topu. Top da zıplaya zıplaya gidip ırmağın burgaçlarına kapılınca, kızlar çok keskin bir çığlık kopardılar...
Ve bu çığlıkla aniden uyandı yorgun Odisseus. Zeytin yapraklarının içindeki o uzun uykusundan zorlukla uyanıp doğruldu... “Gene mi tanrıçaların, peri kızlarının içine düştüm? Acaba burası neresi ola ki?” gibilerden sorular geçti kafasından. Sesin geldiği yöne doru gidecekti zorunlu olarak. Onlardan yardım isteyecekti.
Çıplak Odisseus, hemen bir zeytin dalı koparıp önünü örttü...
Sonra da sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı...
Artık Odisseus’u yaşam boyu etkileyecek ve dünya görüşlerini altüst edecek serüveni, böylece bu ülkede başlamış oluyordu...
Arada bir dinlene dinlene karısına kendince anlatıyordu bütün bunları...

***
Gerçekten de toprak değiştiren bütün göçmen canlılar, kesinlikle kendilerinden bir şeyler yitiriyorlardı:

GURBET MENEKŞESİ  
Ta uzaklardan duydum sesini
Topraktan daha dün püskürüp çıkmış
Akdeniz mavisi
Yaprakları yeşile çalmış
Gurbet menekşesi

Eğildim kokladım da kokladım
Büktü hemen boynunu
Akdenizli çiçekler anladım
Göçmen topraklarında
Kokmuyordu.

 (Yaşar Atan, 17 Ocak 2013)

Evrensel'i Takip Et