Çok mutlu bir ülkeydi o ada
Denizler tanrısı eli yabalı Poseydon; yıllar süren Troya savaşından sonra aile ocağına dönerken, kendi öz malı saydığı denizlerin gizemlerini çözüyor diye, Yunanistanlı kent krallarından Odisseus’un bütün gemilerini ve kürekçi yoldaşlarını batırdı...
Ne var ki Odisseus; tanrıça Atena’nın da yardımıyla, savaş nedir bilmeyen Fayakların adasına, sağ salim çıkabildi...
KRALİÇE ÇOK SEVİLİYORDU
Sahilde karşılaştığı Fayakların kralı Alkinoos’un kızı prenses Nausikaa, bu perişan yabancıya ilkin çok acıdı. Sonra da ona büyük bir yakınlık duymaya başladı... O yüzden de onu konaklarına buyur etti ve oraya nasıl gidileceğini anlattı. Bir çocuk kılığına bürünen tanrıça Atena da, hemen Odisseus’a yoldaşlık etmeye başladı. Konağa doğru yol alırlarken, ona kral Alkinoos ve kraliçe Arete’den söz etti...
Kral Alkinoos’un eşi kraliçe Arete’nin adı,“erdem” anlamına geliyordu. Onların hem evlilik yaşamları, hem de ülkeleri Korfu adasındaki halkın mutluluğu, Batı edebiyatında nice yapıtlara esin kaynağı olacaktı... Çünkü Alkinoos’un “kadın” kimliğine bakışı; değil ilkçağ uygarlıklarının, yeniçağların bile en gözde erdemleriydi... Alkinoos, karısı kraliçe Arete’yi el üstünde tutuyordu hep:
“Hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde,
Hani erkeğin buyruğunda yaşayan hiçbir kadın.
Hem kocası hem çocukları saydı onu yürekten,
Halk da bir tanrıça gibi baktı ona.
Tatlı sözlerle selam verirlerdi kente inince,
Ve o yatıştırırdı bütün kavgaları insanlar arasında!”
Fayakların bütün üst düzey yöneticileri de, kraliçeleri Arete’nin görüşlerine her zaman öncelik tanırlardı.
BU ÜLKE SAVAŞ NEDİR BİLMİYORDU...
Üstelik bu ülkede ne sömürü ne savaş söz konusu olmuyordu. Savaş olmadığı için de şiir, tiyatro, sportif oyunlar ve çeşitli sanat dallarında düzenlenen yarışmalar; halkın ve özellikle gençlerin yaşamında büyük yer tutuyordu...
Odisseus’un, çocuk kılığındaki tanrıça Atena’nın kılavuzluğuyla ulaştığı Fayakların sarayına komşu bir işlikte, elli emekçi kadın vardı. Onların bazıları elma sarısı buğday öğütüyordu o işlikteki değirmenlerde. Kimileri de yapraklar gibi dönen öreke çeviriyorlar yada tezgâhlarda kumaş dokuyorlardı... Nasıl Fayakların erkekleri gemi yapımında diğer bütün ülkelerin erkeklerinden üstünseler, kadınlar da öyle üstündü kumaşlarla ilgili üretimde. Kadınlara bu olağanüstü becerileri, tanrıça Atena bağışlamıştı hep. Üstelik halim selim ve tertemiz bir yürek vermişti onlara.
O ÇEŞMEDEN HERKES SU İÇEBİLİRDİ..
Sarayın bahçesi de sözlerle anlatılır gibi değildi... Elma, armut, zeytin, nar ağaçları vardı sıra sıra... Bütün bu ağaçlar için yaz kış diye bir ayırım yoktu. Dökülen yaprakların yerine hemen yenileri bitiyor ve gene ağaçların dallarında dört mevsim meyveler hiç eksik olmuyordu...
Bahçede iki çeşme vardı. Birinden akan su, bahçeyi çepeçevre dolaşıp ağaçları suluyordu. Diğer çeşme de yurttaşlar içindi. İsteyenler sarayın bahçesine girip oradan testilerini doldurup gidiyorlardı.... Sömürü ya da savaş diye bir şey bilmeyen bir halkın ülkesini ve orada ulaştığı mutluluğu böyle yakından gördükçe, yıllardır savaş acılarıyla kıvranan eski kral Odisseus; haliyle şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyor, katıldığı savaştan büyük bir pişmanlık duyuyordu...
Sarayın en büyük salonuna girdiğinde, danışmanlarıyla toplantı halindeki iyiliği dillere destan kral Alkinoos ve kraliçe Arete’nin yanına gitti ağır ağır. Ve kraliçe Arete’nin ellerine sarıldı birden! Sarılır sarılmaz da, onu görünmez kılan tanrıça Atena’nın örttüğü sis perdesi dağılıverdi!.. Gerek danışmanlar, gerek kral ve kraliçe, karşılarında hiç tanımadıkları birini görünce haliyle gözlerine inanamadılar!
Odisseus; kral ve kraliçeye karşı gönlünden gürleyip gürleyip gelen duygularını dillendirdi bir süre... “Yıllardır denizlerde sürünüyorum. Sevdiklerimden uzağım. Tezelden beni yurduma gönderin....” deyip yardım istedi onlardan.
YAŞADIKLARINI BİR DÜŞTÜ SANKİ...
Bu sözlerin ardından Odisseus, ocağın yanındaki kül tozlu yere oturuverdi yorgunluktan! Ama kral Alkinoos onu ellerinden tutup bir iskemleye oturttu... Kralın bu yaptıklarını gören hizmetliler de, hemen sağa sola koşuşmaya başladılar. İbrik leğen getirip konuğun ellerini yıkattılar ilkin.
Bir süre sonra da kurulan sofralardan birine oturan Odisseus, önüne konanlardan bol bol yedi içti... Bu arada kral Alkinoos ve diğer danışmanlar da onunla birlikte yiyip içtiler... Ne var ki daha Odisseus’un kim olduğu konusunda hiçbir şey bilmiyorlardı!.. Ve de bir şey sormuyorlardı... Çünkü Akdenizli halkların geleneğinde, konuk yedirilip içirilmeden onun kim olduğu sorulmazdı...
Sofradan ayrılırken kral Alkinoos, ertesi günü konukları onuruna bir şölen düzenlenmesini buyurdu görevlilere...
Günlerdir uykusuz duraksız, aç susuz sürünen Odisseus, nerdeyse uyumak üzereydi... Ama kendisine gösterilen bu yakınlığı da dillendiremiyor, bir düşteymiş gibi geliyordu ona...
Sarayda kimselerin tanımadığı bu konuğu, daha sonra tertemiz bir yatağa yatırdılar...
***
“Kanatlarıyla, ülkeden ülkeye hep güzel şeyler götürüp getiren kuşlara da, bir selam diyoruz bu pazar...”
KANATLARI KIRIK KUŞLAR
Bu dağdan öteki dağa
Kanatları kırık kuşlar
Uçarlarken çığlık çığlığa
Suların donduğunu söylüyorlar
Sordum ne zaman donmuş diye
Hani bitince dedi kuşlar
Sevgisi insanların
Tutup boğazlamışlar birbirlerini
Ürkmüş toprak o zaman
O zaman donmuş sular
Kırık kanatlarımızda kalmışken
Birazcık aşk dedi kuşlar
O aşkla buralardan göçelim
Ve göçtüğümüz o topraklarda
Dünyayı yeniden
Biz dönüştürelim...
(Yaşar Atan)
Evrensel'i Takip Et