15 Şubat 2015

O hasret barışı anlattı Odisseus

Troya savaşından dönen yorgun kral Odisseus, bir gece karısına bir barış öyküsü anlattı gözleri yaşararaktan...
Gerçekten de Akdeniz coğrafyasında dillere destan olan bu öyküye göre sabah yıldızı Eosforos’un oğlu kral Keyks ile karısı Alkyone; halklarıyla birlikte mutlu mutlu yaşayıp gidiyorlardı.
Kardeş halklar olarak algıladıkları komşu krallıkların parasında, malında hiç gözü olmadı bu Keyks’lerin. Ülkelerinde kavga dövüş olmadığı için de günden güne yüzü daha da güleçleşiyordu halkın... Ne var ki böylesi bir mutluluk ve birikim; komşu kralların kıskaçlık ve talan tutkularını kamçılamakta gecikmedi! ..

KOMŞULARIN MALINDA GÖZLERİ YOKTU...

Komşu kralların, ülkesinin topraklarında gözü olduğunu, bu yüzden de haince tuzaklar kurduklarını sezinleyen kral Keyks’in huzur ve mutluluğu da, haliyle günden güne gölgelenmeye başladı... Kraliçe Alkyone de, kocasının bu huzursuzluğunun nedenini öğrenmek istiyordu.
Sarayın bilicisi birgün üzgün krala; deniz aşırı bir ülkede oturan Barış Tanrısı’nın kendisine bir yol yordam gösterebileceğini söyledi...
Keyks, bilicisinin bu sözlerinden çok etkilendi. Sözkonusu Barış Tanrısı’na ulaşabilmek için hemen bir gemi hazırlattı. Ne var ki çok sevdiği kocasını yalnız bırakmak istemeyen kraliçe Alkyone de, aynı gemide yer almak istediğini söyledi... Ne var ki Keyks de karısıyla birlikte yaşamak istemiyordu bu tehlikeli serüveni. Sonunda kraliçenin sarayda kalıp ülkeyi başsız bırakmaması konusunda karşılıklı bir anlaşmaya vardılar...
Birkaç gün sonra da kraliçe; Barış Tanrısı’nın bulunabileceği bir menzile doğru yola çıkan kocasını, gözyaşlarıyla uğurladı sahilden...
Kralın gemisi, daha yolculuğun üçüncü gününde, çok azgın bir fırtınaya tutuldu... Geminin batacağını anlayan kral Keyks; haliyle çok üzüldü. Ne var ki sulara gömülmeden önce, yüreğinde bir sevinç dalgasının kabardığını da duyumsadı: Çünkü sevgili karısı, kendisiyle aynı yazgıyı paylaşmayacaktı!...

ÖRGÜLER ÖRÜYORDU HEP ALKYONE...

Kraliçe Alkyone; emekçilerin tanrıçası Atena’dan öğrendiği örgü örme, nakış işleme gibi uğraşlarla oyalanaraktan kocasının dönüşünü bekliyordu. O yüzden diktiği bazı giysilerin üstüne; kendilerinin ve ülkelerinin mutluluğunu yansıtan ve gelecekleriyle ilgili şekiller, desenler nakışlıyordu durmadan...
Bir yandan da tanrıça Hera’ya yalvarıp yakarıyordu... Ne var ki tanrıça Hera, bu son olayda kraliçe Alkyone’ye acımakla yetiniyordu! Çünkü kocası baş tanrı Zeus’un barış sever kralları sevmediğini söyleyemiyordu Alkyone’ye!... Sonunda Hera, gökkuşağının tanrıçası İris’i çağırdı yanına. “Git, uyku tanrısı Hipnos’a söyle. Zavallı Alkyone’nin düşüne girsin; ona kocası Keyks’in denizde boğulduğunu söylesin!” buyruğunu verdi.
İris; rengârenk ebem kuşağına atladığı gibi uyku tanrısı Hipnos’un mağarasına doğru süzülüp gitti... Tanrıça İris, Hera’nın isteğini iletti uyku tanrısı Hipnos’a... Hipnos da; oğlunu, bahtsız kraliçe Alkyone’nin yatak odasına gönderdi. Kral Keyks’in kılığına giren Hipnos’un oğlu, Alkyone’nin düşüne girdi ve gemisinin nasıl battığını bir bir anlattı. Bundan böyle ülkeyi yönetme görevinin artık kendisine kaldığını söyledi...

EOS, RENGARENK BİR SABAH GETİRİYORDU

Her seferinde kafasından kovduğu bir kuşkunun acı gerçekliği, artık gelip ta yüreğine bir zıpkın gibi saplandı. Demek kocası ölmüştü!...  “Ben onsuz yaşayamam!” diye kendi kendine söylenmeye başladı. Pencereden dışarıya baktı: Ortalık yeni yeni ışımaya başlamıştı. Biraz öteden kızıl rubalı şafak tanrıçası Eos, rengarenk bir sabahı getiriyordu insanların ve tanrıların dünyasına... Daha birkaç hafta önce kral kocasını, deniz ötelerinde bilinmeyen bir yerlerde yaşayan Barış Tanrısı’na doğru uğurladığı limanı anımsadı birden... Apar topar giyinip saraydan dışarı çıktı... Limana doğru yol almaya başladı.
O korkunç düşü görmeden önce Alkyone; kocası kral Keyks’in, Barış Tanrısı’nın bağışlayacağı renk renk, bir kucak dolusu barış çiçekleriyle döneceğini ve onları bütün Akdenizli kardeş halklara birlikte dağıtacaklarını düşlüyordu hep... Bunları düşüne düşüne yol alan Alkyone, limana vardığını anladı. Biraz ötedeki yüksek bir kayalığın keskin uçurumlu doruğuna doğru tırmandı. Ve tırmandığı doruktan, kocası Keyks’le buluşmak üzere, gözlerini yumup o büyük boşluğa bırakıverdi kendini!...

ÖYLESİNE BARIŞA HASRETTİLER

Artık habire düşüyor, düşüyordu Alkyone... Ama bir türlü bir yerlere değmiyordu ayakları! Dayanamayıp gözlerini açtığında; bembeyaz bir martıya dönüştüğünü, mavi suların üstünde süzülüp gittiğini gördü! Biraz daha yakından bakınca, yanında kendisine yoldaşlık eden bir martı gördü. Ve birden onun martıya dönüşmüş kocası olduğunu sezinledi sevinçle... Kocası da onu tanıyınca hemen coşkuyla, kanat kanada kenetleniverdiler... Ve öteki martılarla birlikte çığlıklar ataraktan, deniz üzerinde, barış kaynağı ufuklara doğru bir zıpkın gibi kayıp gittiler...
Kraliçe Alkyone’nin yaşadığı bölgedeki deniz, yılda yedi gün dingin ve sessiz olurdu. Çünkü bu yedi gün süresinde, denizin durgun suları üzerinde kuluçkaya yatardı bütün martılar. Onun için de denizin durgun olduğu bu yedi güne, “Alkyone Günleri” ya da “Barış Günleri” diyordu o yörelerdeki Akdenizli halklar...
Akdenizli halklar öylesine barışa ve Alkyone’ye hasrettiler... (*)

* Okurlarıma, mitolojik öykülerle ilgili olarak “Akdeniz Mitologyasından Öyküler” (Evrensel Yayınları) adlı kitabımı öneririm...

Evrensel'i Takip Et