Nasıl dönülürdü o barış günlerine?
Denizler tanrısı Poseydon; denizlerin ve karaların gizemlerini sürekli çözmeye kalktığı için, kral Odisseus’un bütün gemilerini Troya savaşı sonrası ülkesine dönerken, batırdı... Ne var ki Odisseus; savaş nedir bilmeyen Fayaklar halkının barış gemisiyle, ülkesi İtake adasına dönebildi...
Yorgun Odisseus karaya çıkar çıkmaz, tanrıça Atena hemen yanına gedi. Yirmi yıldan fazla süren savaş ve yolcukları sırasında, ülkesini saran bir avuç soyguncunun , hem halkın birikimlerine hem de kendininkine nasıl el koyduklarını anlattı kral Odisseus’a. Sonra da onun savaştan döndüğünü kimsenin görmemesi için, onu yaşlı ve perişan bir dilenciye dönüştürdü. Sonra da her şeyi çok iyi bilen eski çobanı Eumayos’un kulübesine gönderdi...
ONLAR HER ŞEYİMİZE EL KOYDULAR!
Çoban Eumayos, Akdenizlilere özgü büyük bir konukseverlikle buyur etti ihtiyar dilenci kılığındaki kral Odisseus’u... Hemen bir sofra hazırlamaya başladı. Bir taraftan da o uğursuz Troya savaşına zorla katılıp artık dönmeyen efendisi Odisseus’a getirdi sözü... Gözleri yaşararaktan; “Ah, bir bilsen sevgili konuğum” diye başladı. “Kendilerini tanrıların özel kulları olarak tanıtan birtakım adamlar; hem topraktan ürettiklerimize, hem de kıyıda köşede biriktirdiklerimize el koydular. Habire beleşten yiyip içiyorlar! Bununla da yetinmeyip kralımızın sözde dul kalan hanımını da yataklarına almak istiyorlar! Geceleri şarapları çekip çekip naralar atıyorlar... Bıyığı yeni terleyen oğlu Telemahos da, dayanamayıp babasını deniz ötelerinde aramaya gitti!.. Neyse ihtiyar konuğum, benim söylediklerime bakma sen! Rahat rahat yemeğini ye...”
Kral Odisseus birden fırlayıp pırlanta yürekli çobanını şapur şupur öpmek istedi! Ama bunu yapamazdı... Yalnızca bir süre yüzüne baktı üzgün çoban Eumayos’un... Eumayos da susup yaşlı gözlerle baktı ona...
SEN İLKİN KARNINI İYİCE DOYUR...
Böyle birbirlerine bakarlarken, o eski barış günlerine dönebilmek için ne yapmalı diye bir düşünce geçiyordu yüreklerinden, beyinlerinden... Havayı biraz dağıtmak için; “Haydi, böyle dalıp gitmeyelim, ihtiyar konuğum” dedi çoban Eumayos. “Sen iyice karnını doyur hele... Ondan sonra söylersin söyleyeceklerini...Kimsin, nerelerden geliyosun, gönlünce anlatırsın. Gerçi ben çok konuşuyorum ya, yaşlılık işte! Evet, bu güzelim topraklarımızda ekip biçtiklerimizi, beslediğimiz hayvanlarımızı obir avuç eşkıya yiyip içiyor. Hani adamlar doymuyor da yahu!.. Hep verin diyorlar! Ama hiçbir gün de siz ne yiyip içersiniz, diye sordukları yok... Benim tanıdığım on dört çobanın her biri, her gün en besili hayvanlarından birini götürüp bu asalaklara veriyor... Birgün çobanlardan biri; ‘Bu kadar hayvanı siz kesip kesip yiyorsunuz, ama yakında bunlar tükenecek...’gibilerden bir şey diyecek olmuş. Vay sen misin bunu diyen!.. Paldır küldür üstüne çullanmış o soylu keneler... Diğer çobanlar da ürkmüşler tabii... ‘Sen ne diyorsun pis çoban?’diye bağırmış bu soylulardan biri. ‘Biz öyle sıradan insanlar değiliz, gerektiğinde tanrılarla bile konuşuruz!’ demiş... ‘Bizleri ne kadar doyurur, bizim için ne kadar çok çalışırsanız, sizin için iyi olur.’ Ah, efendim Troya’daki o savaş denen illete bulaşmasaydı, hiç onları böyle konuşturur muydu?”
Dilenci kılığındaki kral Odisseus; “Peki sevgili çoban dostum, bu efendinin adı neydi? Çok gezip dolaştım ben. Adını söylersen belki tanırım... Belki hakkında bir şeyler duymuşumdur...”
O EŞKIYALAR İLKİN BURAYA GELİYORLARDI!
Çoban hemen ihtiyarın yüzüne baktı. “Sevgili konuğum, denizleri aşıp bu adaya kim gelirse gelsin, artık beni kandıramaz.. Yalnız beni değil, efendimin karısını da kandıramaz... O soylu eşkıyalar, savaştaki kocasından haber getirdik diye güzel hanımının konağına yerleştiler hep... Tabii önce buraya geliyorlardı. Benden duyduklarını yalanla dolanla karıştırıp doğruca dünyalar iyisi hanımının konağına gidiyorlardı... O da onların her birini orada ağırlıyordu... İşte böyle böyle gelen tanrı konuğu bu eşkıyalar, ülkemizin iliğini sömürmeye başladılar arsızca!.. Halkını kendinden ayırmayan efendim Odisseus’un yokluğu yüzünden bu olup biten rezillikler! Ona ben ağabey derdim hep. Nasıl severdi beni, anlatamam!.. Şimdi içimi kanatan bütün kötülüklere o geçit vermezdi. Abim, kralım, anam-babam, vatanımdı o benim. Sürülerim ve de içtiğim suydu işte... ”
O GEÇMİŞ BARIŞ GÜNLERİNE AĞLIYORLARDI...
İçine aniden apaydınlık ve sepserin bir pencere açılıvermiş duygusuna kapılan dilenci kılığındaki Odisseus, bütün sevecenliğiyle kolundan tuttu çobanın; “Beni dinle sevgili dostum” dedi. “Senden ne üstüme bir giysi, ne de başka bir şey istiyorum... Benden önce buraya gelen o arsız eşkıyalardan biri de değilim... Yalnız sana şunu söyleyeceğim: O çok sevdiğin Odisseus ölmedi... Olimpos’taki tanrı Zeus da, şu bana sunduğun konuk sofran da tanığım olsun: Ya bu ay ya da önümüzdeki ayın başında buraya gelecek o. Bu muştumun karşılığı olrak gene böyle bir sofrada yer içeriz.... Muştumu da sonra verirsin... Evet, efendin Odisseus gelecek!..”
Bunun üzerine Odisseus da, çoban Eumayos da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar...
Hiç kuşkusuz ikisi de, savaşın arsızca yuttuğu o güzelim eski barış günlerine ve o günlerdeki mutlu ülkelerini düşünüp kahroluyorlardı...
Evrensel'i Takip Et