01 Ağustos 2014 00:33

Mehmet Emin Erol’un ikinci cevabına cevap: Somut durum üzerine bir kaç hatırlatma

Mehmet Emin Erol’un ikinci cevabına cevap: Somut durum üzerine bir kaç hatırlatma

Fotoğraf: Envato

Paylaş

“Bilindiği gibi gerçek her yerde somuttur.
Bu nedenle Marksizmin tahlil metodu, daima ‘somut durumların somut tahlilidir.’
Bunun dışında nesnel bilgi edinme yolu yoktur.”
Mahir Çayan


18 Temmuz tarihli yazımın başlığı “İşçinin, emekçinin cumhurbaşkanı olur mu?” idi. Bu yazıyı, “Evet,  Demirtaş seçildiği taktirde işçilerin, emekçilerin de cumhurbaşkanı olacaktır.” diyerek bitirmiştim. Mehmet Emin Erol, benim bu görüşüme katılmadığını ve Demirtaş’ın içinden geldiği Kürt hareketinin sınıfsal anlamda çelişkileri bulunduğunu ve sosyalistlerin bunu sorgulama hakkının olduğunu belirtmişti. 27 Temmuz’da Evrensel ve sendika.org’da yayınlanan bir yazıyla Erol’a yanıt vermeye çalışmıştım. Erol, bu yazıma cevaben 29 Temmuz’da sendika.org’da “Eleştiri, sol, sınıf: Özgür Müftüoğlu’na ikinci bir cevap” başlıklı bir yazı daha yayınladı. Bu yazısında Erol, kendisine verdiğim yanıttaki argümanları ikna edici bulmadığını; “Demirtaş’ın olası bir cumhurbaşkanlığının Türkiye işçi sınıfına -Kürt hareketinin mevcut siyasetinin önüne koyacağı kısıtlar gereği- katkılarının…” benim beklentilerimden çok daha cılız ve öngörülemez olacağını belirtti.
Erol, ilk yazısında olduğu gibi ikinci cevap yazısında da Gezi, Demokratik İslam Kongresi, Reyhanlı açıklaması vb. Kürt hareketinin sınıf tavrına aykırı gördüğü örnekler veriyor ve bazı sosyalistlerin Demirtaş’ı desteklememeleri ya da eleştirmelerinin keyfiyetten veya ulusalcılık hastalığından dolayı olmadığını; sosyalist solun kendi ilkelerini yansıtan bir adayın bulunmadığı iddiasının doğal karşılanması gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine de kişisel fikrinin “yetmez ama Demirtaş”; Demirtaş ikinci tura kalamazsa ikinci turda Erdoğan’ı yenilgiye uğratıp, “rejimi çatırdatmak için” diğer adaya yani İhsanoğlu’ya oy vereceğini belirtiyor.
Erol’un kişisel düşüncesi ve oy verme tercihi konusunda bir sözümüz olamaz elbette. Ancak bu yazıdan kişisel görüş ve tercihlerden ziyade sınıfsal çelişkileri olduğunu ileri sürerek Kürt hareketine mesafeli yaklaşan sosyalist solun en azından bir kesiminin görüş ve tavrının da yansıtıldığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca fazla uzatmadan ve önceki yazılarla tekrara düşmemeye çalışarak birkaç söz etme gereği ortaya çıkmıştır.
Kürt hareketinin sınıf çelişkileri olduğu iddiasına karşılık daha önceki yazımda da belirttiğim gibi Kürt hareketi ezilen, yok sayılan bir halkın varlık mücadelesini üstlenmiş bir halk hareketidir. Önceliği sınıf mücadelesi değildir, çünkü Kürt hareketi mücadelesini işçi hareketinin, sosyalist hareketin yükseldiği bir ülkede değil, tam tersine burjuvazinin tüm gücüyle emekçileri, yoksul halkı ezdiği bir rejime karşı gerçekleştirmektedir. Bu rejim, işçi sınıfı ve toplumsal muhalefetin gücünü kırarak, Türkiye’yi ucuz emek alanı haline getirmeyi hedefleyen 12 Eylül darbesinin üzerine inşa edilmiştir. Kürt halkına yönelik baskı ve şiddetin işçi sınıfına yönelik baskı ve şiddetle aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir.
Bugün kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir kesimin hâlâ bağlantısını kuramadığı emekçi sınıfla ezilen halk ilişkisini egemenler, 12 Eylül’de kurmuş ve her ikisini birlikte ezmek, yok etmek istemişlerdir. Daha sonra da işçi hareketinin yükseldiği dönemlerde, Kürt hareketine yönelik baskıları arttırarak, Kürt düşmanlığını körükleyip milliyetçiliği yükselterek sınıf mücadelesini engellemeye çalışmışlardır. Bunun en açık örneği 1989 bahar eylemleriyle yükselen işçi hareketinin 1992-1993 yıllarında Kürtlere yönelik katliamların, baskıların artmasıyla sönümlendirilmesidir. Kürtlere yönelik şiddetin artmasıyla birlikte toplumsal muhalefet ve işçi sınıfı hareketi yeniden gerilemeye başlamış, reel ücretler hızla düşmüş ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını geriletecek politikaların zemini hazırlanmıştır. Özellikle altını çizmek isterim ki bu dönemde sadece kamu emekçi hareketi ve KESK, mücadeleyi yükselterek sürdürebilmiştir ki bunun da esbabı mucizesi, bu hareketin milliyetçilik tuzağına düşmeyip, Kürt ve Türk emekçilerin omuz omuza mücadele yürütmüş olmasıdır.
Türkiye’de işçi hareketi ve toplumsal hareketin 1990’lı yıllardan bu yana en büyük iki eylemi hiç kuşkusuz TEKEL ve Gezi direnişleridir. Dikkat edilirse her iki direniş de Kürt hareketinin güçlendiği ve hükümeti açılıma ya da müzakere masasına oturmaya zorladığı dönemlerde gerçekleşmiştir. TEKEL direnişinde Türkiye’nin dört bir yanından Kürt, Türk ve diğer halklardan emekçiler birlikte halay çekmiş, horon tepmiş ve hükümete “Gerçek açılımı biz yaptık” mesajı vermişlerdir. AKP’ye Gezi’den önce en zor günlerini yaşatan bu eylem, sendikal bürokrasinin de katkılarıyla sona erdirilmiştir.
Kürtlerin içinde yer almamakla ya da müdahale etmekte gecikmekle suçlandıkları Gezi direnişinin, 30 yıllık çatışma sürecinin sonrasında silahların sustuğu, cenazelerin gelmediği bir dönemde gerçekleşmesi bir tesadüf müdür? Eğer Kürt hareketi belirli bir güç haline gelerek barış sürecini zorlamasaydı, kendini işçi sınıfı içinde tanımlasın tanımlamasın emekçiler, gençler 33 yıllık darbe rejiminin baskısına karşı bir direnişi gerçekleştirebilir miydi? Hiç sanmıyorum. Kürt halkının darbe rejimine karşı büyük bedeller ödediği mücadelenin kazanımlarıyla Türkiye’nin batısında da demokrasi talepleri yükselmeye başlamış ve Gezi direnişi gerçekleşmiştir. Gezi’de bir başında Türk bayrağı diğer başında Öcalan bayrağı taşıyanların kurdukları halay da mücadelenin ortaklaşması ve Türkiye demokrasisi için en umut veren tablo olmuş ve egemenleri çok korkutan bu direniş büyük bir şiddetle bastırılmıştır.
2011 genel seçimlerinde Kürt hareketi, Türkiye emek hareketi ve sosyalistlerle kurduğu Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku ile önemli bir başarı sağlamıştır. Bu başarı egemenleri korkutmuş ve bu seçim başarısının ardından KCK operasyonları başlamış ve çatışmalar artmıştır. Diğerleri gibi burada da korkulan 12 Eylül’den bu yana mücadelelerini ortaklaştırmaları engellenen Kürtlerle emekçilerin, sosyalistlerin bir araya gelmeleridir. HDK ve HDP tüm baskılara rağmen birlikteliği sürdürmeyi ve mücadeleyi ortaklaştırmayı amaçlamıştır.
Kürt halkının haklarıyla Türkiye işçi sınıfının kader ortaklığını gösterecek örnekler çoğaltılabilir. Kendisini sosyalist olarak tanımlayanların bu ortaklığı görmezden gelerek, Kürt hareketiyle ortak mücadeleden imtina etmesini; meselenin cumhurbaşkanı olmaktan öte ezilen, sömürülen ve inkar edilenlerin mücadelesini ortaklaştırmak olduğunu sürekli vurgulayan Demirtaş’a mesafeli durmasını hangi ilkelere dayandırdıklarını anlamak oldukça güçtür. Hele ki “Erdoğan’ı yenilgiye uğratıp, ‘Rejimi çatırdatmak’ için” milliyetçilerin ortak adayı İhsanoğlu’yu ehven-i şer diyerek desteklemenin, somut durumu tahlil edememek ve tarihsel bir çelişkinin içine düşmek dışında nasıl yorumlanabileceğini bilemiyorum.
Kürt hareketi, işçi sınıfı ve sosyalist hareket üzerinden somut durumların somut tahlilini yapabilmek için bolca tartışmaya ihtiyaç vardır. Şüphesiz bu tartışma, cumhurbaşkanlığı seçimiyle sınırlı değildir, birbirimizin sorgulama, eleştirme hakkına saygı çerçevesinde bu tartışmaların yaygınlaşarak sürmesini diliyorum ve bu tartışmanın gerçekleşmesini sağlayan Mehmet Emin Erol arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.
Yazıya Mahir Çayan’ın “somut durumun somut tahlili” üzerine sözleriyle başlamıştım. Bitirirken de Engels’in “Ezilen ulusların özgürlüğünün ezen ulusların özgürlüğünün ön koşulu olduğu…” sözlerini ve Lenin’in egemen ülkelerdeki sosyalistlerin ezilen ulusların kurtuluşu için çalışma görevi olduğu ve azınlık milliyetçiliğini önlemenin tek yolunun halkların kendi kaderlerini tayin hakkının sosyalistlerce tanınması olduğuna dikkat çeken sözlerini anımsatmak istiyorum. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa