8 Haziran 2014

İnsan ne çok severmiş barışı

Troya savaşı dönüşünde denizler tanrısı eli yabalı Poseydon; tek gözlü insan yiyen oğlunu kör eden eski kral Odisseus’un gemilerini,  saldığı azgın fırtınalarla batırdı ve onu savaş nedir bilmeyen Fayakların cennet adasındaki bir sahile savurup attı!.. Perişan Odisseus, o anda orada Fayakların güzel prensesi Nausikaa’yla karşılaşınca, hemen bir zeytin dalıyla örttü önünü! Bir süre bu garip yabancıyı dinleyen prenses Nausikaa, bu yabancıyı giydirip kuşattı ve saraylarına buyur etti...
ODİSSEUS’U SEVGİYLE
AĞIRLIYORDU FAYAKLAR...
Fayakların kralı iyi yürekli Alkinoos, adını bile bilmediği bu garip yabancı Odisseus’u,o akşam şölenlerle ağırlamaya başladı... Onun hakkında iç açıcı çok güzel şeyler söyledi...
Yemeğin sonuna doğru Alkinoos’un isteği üzerine Odisseus; başından geçenleri, arada bir soluklana soluklana anlatmaya başladı. Herkes onu büyük bir ilgiyle dinliyordu.
“Belki de duyduğunuzu sandığım ve on yıl kadar süren savaş sonrası Troya’dan ayrılıp gemilerim ve yoldaşlarımla birlikte” diye başladı sözlerine Odisseus, “Ülkem İtake adasına doğru yelkenleri açtım. Yolculuğun kaçıncı günüydü şimdi tam anımsamıyorum, ‘Lotosyiyenler’ denen insanların ülkesine düştü yolum.
O MEYVEYİ YİYENLER
ARTIK SAVAŞ İSTEMİYORDU!
Gidip o insanlar konusunda bilgi toplasınlar diye üç adamımı adanın içlerine doğru gönderdim... Ama adamlarım bir türlü geri dönmediler!.. Haliyle onları aramaya çıktım... Neyse, epeyce uzun süren sorup soruşturmalarımdan sonra yoldaşlarımı bulabildim! Bir de ne göreyim? Oranın halkı savaşın ne olduğunu bilmezmiş! Çünkü lotos ağaçlarının meyvelerinden yerlermiş hep. Ve kim yerse o meyvelerden, bir daha o barış ülkesinden ayrılamazmış! Artık oradaki deniz ve toprakla bütünleşir, aşk içinde dingin bir yaşam sürmeye başlarmış!.. Bunları duyunca haliyle donup kaldım... Çünkü üç adamım da lotos meyvesinden yemişler; savaşın olduğu ülkelere artık geri dönmeyi kesinlikle istemez olmuşlardı... Beni bile dinlemiyorlardı artı! Sonunda dayanamayıp üçünü de zincirleyip gemilere getirdim... Öteki yoldaşlarım da lotos yer diye ödüm kopuyordu... Çünkü lotos yerlerse beni yalnız bırakacaklardı... Ben de tek başıma halkımın ve çocuğumun yanına dönemeyecektim..
Meğer insan ne çok severmiş barışı! Ve de barış ülkelerini!
O YOLDAŞLARIMI
ZİNCİRLEYİP GETİRDİM!
Neyse, hemen uzaklaştık oradan. Kaç gün sonra gene tam bilemeyeceğim, Tepegözler denen azgın mı azgın adamların ülkesine yakın bir adaya ulaştık.. Daha önce adasına konuk olduğum bir tanrıça anlatmıştı bana: Alınlarının ortasında tek gözleri olduğu için Tepegöz diyorlarmış onlara. Bizim bildiğimiz toplumsal yaşam biçimi diye bir şeyleri yokmuş... Yalnızca tanrılara inanır güvenirlermiş... Ne ekin ekerler, ne tarla sürerlermiş... Tanrıça Demeter’in tohumlarla karıştırdığı toprak ne verirse, onları yer içerlermiş mağaralarında. Yani ortak ekip diktikleri, bölüştükleri bir şeyleri yokmuş. Birbirlerinin dertleri sevinçleri umurlarında değilmiş. Ortak sevinçleri, gerektiğinde ortak isyanları yokmuş... Denizler ve karalar tanrısı Poseydon’un çocukları olan bu Tepegözler; uzak denizlerin ve karaların gizemlerini çözmek için enginlere açılan o meraklı insanları ve de kendilerine rast gele sığınan isyancıları çiğ çiğ yerlermiş!..
İşte bu Tepegözlerin ülkesine yakın bir adaya çıktığımız gece, büyük bir kayanın altından pırıl pırıl çıkan bir kaynak gördük. Bu kaynak suyuyla yıkandık. Karnımızı doyurup bir güzel uykuya daldık... Gül parmaklı şafak tanrıçası erkenden uyanıp denizleri ve karalarırengarenk  boyamaya başlayınca biz de uyandık. Hemen yoldaşlarımı topladım. ‘Arkadaşlar,’ dedim, ‘bakalım Tepegöz denen o adamlar, tanrıça Kirke’nin söylediği gibi gerçekten canavar mıdır, yoksa konuksever insanlar mıdır? Gidip göreceğim.’
O TEPEGÖZLERRİ DE
İYİCE TANIMALIYDIM!
Kürekçilerimin arasından seçtiğim on iki yoldaşımla birlikte, Tepegözlerin ülkesindeki bir limana yanaştık gemimizle. Yanımıza bir tulum şarap aldık. Bu şarabı Trakya bölgesindeki Apollon tapınağının rahibi Maron vermişti bana... Ona da şarap tanrısı Diyonisos armağan etmiş bir zamanlar... Gerekirse onu Tepegözlere armağan olarak verecektim!
Sahilden içerlere doğru yürürken önümüze bir mağara çıktı.. Mağaranın çevresini de hep defne ağaçları sarmıştı. Koyun keçi sürüleri için bir ağıldı burası... Haliyle mağaranın içinde de insan azmanı bir Tepegöz oturuyor olmalıydı... İlle de onu yakından tanımak istiyordum.
Mağaraya girdiğimizde kimse yoktu... Ama biraz sağa sola bakınınca şaştık kaldık. Büyüklü küçüklü kaplar; yağ, peynir ve çeşit çeşit süt ürünleriyle silme doluydu! Yoldaşlarım; ‘Hemen peynirleri, taze kuzuların bir kısmını alıp gemilerimize dönelim!’ dediler; yalvardılar. Ben istemedim. Çünkü durmadan itiyordu beni yüreğim. ‘Şu insan azmanı Tepegöz denen canavarı bul, neyin nesidir öğren’ diyordu hep...
İnatçı kafam işte! Keşke onları dinleseydim!..“
Burada  biraz soluklanmak için Odisseus sustu... Fayakların kralı ve yöneticileri ve özellikle güzel prenses Nausikaa, onu can kulağıyla dinliyorlardı...

\"\"

Evrensel'i Takip Et