25 Mayıs 2013

Savaşın adını yeni duyduk

Dillere destan olduğu gibi eskiçağda, karalar ve denizler tanrısı Poseydon’un canavarlara dönüştürdüğü bütün çocukları; denizlerin gizemlerini çözmeye kalkacak yürekli insanları çiğ çiğ yemek için, Akdeniz’in belli limanlarında sürekli nöbet tutuyorlardı...
İşte kral Odisseus da, ülkesine dönerken mola verdiği bir sahilde, sırf merakını gidermek için on kadar kürekçisiyle, tanrı Poseydon’un Tepegöz denen oğlullarından Polifemos’un mağarasına girdi. Alnında tek gözü bulunan Polifemos da, Odisseus’un kürekçilerinden üçünü, akşam yemeğine dönüştürüverdi!

ODİSSEUS’UN BÜTÜN GEMİLENİ BATIRDI POSEYDON

Ama hep aklını kullanan Odisseus, bir punduna getirip Polifemos’un alnının ortasındaki tek gözünü, o gece bir sopayla kör etti!.. Ve mağaradan kaçıp kurtuldu! Bu olaya çok öfkelenen Tepegöz’ün babası tanrı Poseydon, denizde seyir halindeki Odisseus’un başına yıkım üstüne yıkımlar yağdırmaya başladı...

Son olarak Fayakların adasına yaklaştığında on yelkenlisini batırdı ve açık denizde savurduğu dalgalarla üç gün üç gece boğuşturdu onu. Neyse ki tanrıça Atena’nın yardımıyla Odisseus, azgın dalgalardan kurtulabildi ve Fayakların dillere destan ülkesi Sheri adasına, çok bitkin bir durumda da olsa ulaşabildi... Adanın toprağını taşını üst üste öptü... Ne güzel şeydi toprakla yeniden buluşmak! Az ötedeki bir zeytin ağacının yanına gitti hemen. Yaygın dalların gölgesine uzandı; yerlere dökülüp yığılmış zeytin yapraklarıyla üstünü iyice örttü... Kral Odisseus, birzamanlar sarayındaki tahtında bile kendini buncasına mutlu hissetmemişti hiç! Çok geçmeden ağır bir uyku döküldü kanlanmış, bitkin gözlerine..

SAVAŞ NEDİR BİLMEYENLERİN ÜLKESİYDİ BURASI

Bu adada Fayaklar denen mutlu bir halk yaşıyordu. Ve halk, iyi yürekli kralları Alkinoos’u çok seviyordu. Zaten yalnızca kral Alkinoos’un kendisi değil; karısı Arete ve kızı Nusikaa’nın da iyilikten, hakseverlikten, cömertlikten yana bir eşleri daha yoktu! Üstelik ne savaş vardı bu ülkede, ne de sömürü... Halk, savaşın adını bile yalnızca gezginci ozanlardan, ülkelerine aradabir sığınmak için gelen göçmen kahramanlardan duymuştu... Zaten Fayaklar oldum olası hep savaşlardan kaçtılar. Daha önceleri Hipereya denen uzak bir adada, Poseydon’un yamyam çocuklarının yaşadığı yere yakın bir adada yaşıyorlardı... O yamyamların yağma amaçlı saldırılarından bıkıp usandıkları için bu adaya göçmen olarak gelip yerleşmişlerdi. Kısa sürede de burayı cennete çevirmişlerdi... Üstelik bu ada halkı, ne tanrıların ne de onların temsilcileri olan egemenlerin buyruğundaydı!

TANRIÇA ATENA DA ARDISIRA GELDİ

İşte Odisseus’un yorgun argın bu adaya ulaşmasıyla birlikte nu çok seven tanrıça Atena da, onun ardısıra buraya geldi. Hemen çok sevdiği bir arkadaşı kılığına girip doğruca güzeller güzeli gelinlik çağındaki prenses Nausikaa’nın evlerindeki odasına daldı. Nausikaa, iki yanında iki yardımcısıyla birlikte uyuyordu. Hemen düşüne girip; “Kız Nausikaa, anan ne de kaygısız doğurmuş seni!” diye çıkıştı. “Evlenme günün çoktan gelip çattı!. Yunağa gidip güzel rubalarını bir yıkasan, giyinip kuşansan ya... Haydi kalk, ben de geleceğim seninle; sana yardım edeceğim... Babana söyle; katır arabasını hazırlatsın. Sen de rubaları yüklersin arabaya, doğruca yunağa gidersin..”

Nausikaa uyandığında gördüğü düş gözlerinin önüne geldi hemen; içi bir tuhaf oldu... Doğruca anasının yanına gitti. Düşünü anlattı... “Bir yabancı konuk gelecek sarayımıza herhalde,” dedi anası kraliçe Arrete... Sonra babası kral Alkinoos’un yanına gitti. O da giyinip hazırlanmış, halkın temsilcileriyle bir toplantıya gidiyordu... Düşünü ona anlatamadı; utandı...
Anası prenses Arete’yle kral, katır arabasını hazırlattılar. Yıkanacak giysiler, yiyecek içecek sepetleri kondu arabaya.

YİĞİT NAUSİKAA, GÜZELLER GÜZELİYDİ...

Nausikaa ve kız arkadaşları ırmağa varınca, oradaki yunaklarda çamaşırları pırıl pırıl yunup güneşe astılar. Kendileri de o masmavi akan ırmakta yıkanıp altın ibrikteki zeytinyağından bol bol sürdüler bedenlerine...Artık hepsi de işlerini bitirmiş olmanın sevinciyle, ırmak kıyısında karınlarını birgüzel doyurdular... Sonra da gelenekselleştirdikleri top oyununa başladılar. Oyunu yöneten Nausikaa; av izinde koşan bakir tanrıça Artemis gibi, habire hoplayıp zıplıyordu...

Birsüre sonra kuruyan çamaşırları dürüp katladılar... Artık tam arabaya yerleşecekleri an Nausikaa; öylesine, havaya fırlatıverdi topu. Top da gidip ırmağın burgaçlarına kapılınca, kızlar çok keskin bir çığlık kopardılar...

Ve bu çığlıkla aniden uyandı perişan Odisseus... Zeytin yapraklarının içinden doğruldu... “Gene mi tanrıçaların, perikızlarının içine düştüm? Acaba burası neresi ola ki?​” gibilerden sorular geçti kafasından. Sesin geldiği tarafa gidecekti zorunlu olarak. Onlardan yardım isteyecekti.

Çıplak Odisseus, hemen bir zeytin dalı koparıp önünü örttü..
Sonra da sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı..
***
Artık Odisseus’u yaşam boyu etkileyecek ve dünya görüşlerini altüst edecek serüveni, böylece başlamış oluyordu...
Arada bir dinlene dinlene karısına kendince anlatıyordu bütün bunları...

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et